20 Kasım 2015 Cuma



ZAMAN


Zaman kelime anlamı olarak iki hareket arasında geçen süreye deniyor.

Kuantum teorisine göre, insanoğlunun sık sık kullandığı geçmiş ya da gelecek zamanlar yok, sadece şu an var, şimdi var. Ve “şu an”da hem gelecek hem de geçmiş diye tanımlanan süreler “aynı anda” var.

İnsanevladı, zamanı lineer düşünüyor yani düz bir çizgi gibi, o yüzden de “dün” “bugün” “yarın” gibi zaman dilimleri icat etmiş. Geçmiş dediği zaman diliminde çoğu kez pişmanlıklar kızgınlıklar gelecek dediği zaman dilimine de endişe kaygı ve bazen de umut yüklemiş. Gelecek korkusu diye bir şey var bir kere, zaten bu kaygıyla büyütülmüyor muyuz çoğumuz? Son yapılan araştırmalar diyor ki; dün bugün yarın yok sadece şu an var, o yüzden olan her şey aynı anda oluyor. Şimdi bu durumda şu soru çıkıyor; zaman gerçek mi yoksa zihnin yarattığı bir şey mi? 

Aslında başta bilimadamları özellikle Newton zamanın herkes için aynı olduğunu ve geçmişten geleceğe aktığını söylemiş, yani düz bir çizgi gibi tanımlamış. Ancak Einstein görelilik yasası ile buna hayır demiş, zaman insandan insana değişir. Mesela demiş, bir adam güzel bir kızla geçirdiği bir saati bir dakika gibi görebilir, aynı adamı kızgın bir fırına bir dakika oturtun o bir dakika bir saat gibi gelir. Doğru mu doğru J

Evet dönelim sorumuza zaman gerçek mi yoksa zihnin bir oyunu mu? Bana soracak olursan, zaman sadece bir isim, tanım. Herşey de olduğu gibi onu da nasıl anlamak algılamak istiyor isek, öyle anlıyor algılıyoruz. Önemli olan an, şu an, şimdi.

Kuantum fiziği konusunda son yapılan bilimsel bilimsel çalışmalar, bizlerin anladığı anlamda birçok zamanın aynı anda var olduğunu yani tüm yaşamların beraber aynı anda olduğunu söylüyor. Bu şekilde düşündüğümüzde belki zaman bir çizgi gibi değil de bir küre gibi algılanabilir, küreyi düşündüğünde öncesi sonrası olmadığını farkedeceksin. Düşünsene ben şu an bu yazıyı 21:52 de yazıyorken Londra’daki kuzenimle konuşsam saatin 19:52 olduğunu söyleyecek. Hangimizin saati doğru?

Bir süredir, "insan için en kıymetli şey ne olabilir" diye sorup diyorum. Sonra hedef kitleyi küçültüp kendime dönüyorum “benim için hayattaki en kıymetli şey ne?”. Zaman cevabına geliyorum hep. Para, araba, ev, statü, terfi, mevki makam, çocuk, eş vs. vs... hepsi hayatımızda ve çoğu kez daha fazlası için çabalarımız... Bağımlılıklarımız çok, sadeleşeceğimize bol bol kalabalıklaşıyoruz. Ve fakat zaman... Bunların çok dışında çok ötesinde, hem çok anlam yüklediğimiz hem hiç farkına varmadığımız. Ardından koştuğumuz, içindeyken anlamadığımız, hakkını vermediğimiz... hem bağımlı olmadığımız, hem de sıkı sıkıya bağlı olduğumuzu sandığımız... Bu biraz da 7/24 ü nasıl yönettiğimize bağlı.

Zaman konusunu düşünmek gerek sanırım. Sende “hayatın kıymetlisi zamandır” diyorsan... Eğer bunu düşünüyor ve yüksek sesle dile getiriyorsan.... Bir gününü nasıl geçirdiğinin farkına varmanı öneririm. Her bir dakikanın farkına vararak yaşamanı... O dakikalarda kendine ne kadar nasıl vakit ayırdığını... hayatındakilere ne kadar nasıl vakit ayırdığını... düşün... Öyle birlikte geçirilen kısacık zamanlar için söylenen “kaliteli zaman” laflarına oldum olası inanmadım. Misal yeğenimi görmeye gidiyorum topu topu birbuçuk günüm var, oynuyoruz boğuşuyoruz, geziyoruz parka gidiyoruz. Uyanma ile uyuma arasında ne varsa yapılacak herşeyi yapıyoruz. Şimdi bu birbuçuk gün kaliteli geçti öyle mi? Hiç sanmıyorum... Onun sessizce oturmuş elindeki oyuncak kamyonunu tamir etmesini saatlerce izleyebilir ve bundan müthiş keyif alabilirim. Daha yavaş geçirebilirim onunla tüm yaşanılanları, sindire sindire, keyfini çıkara çıkara... ağır çekim kamerasında yaşamak nasıl olurdu acaba?

Zaman, sadece olmak için geldiğimize dönüşmeye yarayan bir an bence...

Gerisi teferruat...






Depresyondayım dedi.

Nereden anladın dedim.

Sürekli bi kaçasım sürekli bi gidesim var dedi.

Durdum... 

Yolu gördüm...

Aklıma geldin/m...

bi gülsene dedim

olmaz dedi

niye dedim

beni besleyen gider belki de ölür dedi

Durdum..

Yolu gördüm...

Akılma geldin/m...

HADİ Bİ GÜLSENE


Sektörde kurumsallığı ile ünlü bir yerde çalışan arkadaşımdan dinlediklerim ilginçti. Kendisi de yönetici pozisyonda olan arkadaşıma, bir üst yöneticisi çok güldüğünü, gülmemesi gerektiğini çünkü işlerinin ciddiyet isteyen bir iş olduğunu söyleyerek, davranışlarına dikkat etmesini istemiş. 

Doğrusunu istersen konunun nereden çıktığı ve ne olduğu hiç çekmedi ilgimi. Benim burada merak ettiğim, ciddiyetin asık suratın çok matah birşeymiş gibi sunulması... ve gülmenin gülümsemenin günah keçisi yapılması, hafiflik sayılması...

Umberto Eco’nun “Gül’ün Adı”’nı izlemiş ya da okumuş muydun? Zamanının ünlü manastırında, rahipler ölür peşpeşe, neden öldürüldüklerini bulmak için de, bir yaşlı bir tıfıl olmak üzere iki rahip gelir olay yerine. Olanlar, onları daha doğrusu yaşlı deneyimli ve zeki rahibi bir kitaba götürür. Kitabın sayfaları zehirlidir, gizli kitaba ulaşabilen merak edip okuyan, sayfalara dokunan rahipler peşpeşe ölmüştür. Manastırın en yaşlı ve sözü dinlenen aksi, bağnaz rahibi ile bizim dedektif rahip arasında ilginç bir diyalog geçer

-       Neden bu kitabı böylesine saklıyorsun?

-        Din, mizah ile gülmek ile açıklanamaz. İnsanlar bunu okursa dinden vazgeçer.

-        Gülmek neden bu kadar kötü olsun? İnsanlar mutlu olarak da inançlı olabilir.

-        Olamaz! İnanç korku gerektirir, korku olursa şeytan olur, şeytan olursa Tanrı’ya ihtiyaç olur. Gülen insan korkmaz, korku olmazsa inanç da olmaz. Din için inanç, inanç içinse korku şarttır. İşte bu yüzden bu kitap yok edilmeli!

Tarih boyunca gülmek sadece dinde değil yaşamın hemen her alanında ayıp sayılmış, hafiflik diye görülmüş, insanoğluna da öyle öğretilmiş. Bizim eski Türk filmelerindeki kötü kadın karakterlerinin şuh kahkahalarını hatırlasana. Bir tane hanımefendi başrol oyuncusunu öyle kahkaha atarken duyamazsın, duyacak gibi olsan da narin eliyle kapatır açılmış ağzını. Eski Türk filmi diyorum ya değişmemişiz de pek. Baksana sene olmuş 2015 gülme diyor patron.

Peki Ülkemizde hiç kahkaha atan politikacı gördün mü? Şarkı söyleyen, zıplayarak yürüyen? Deli derler adama değil mi? Oysa İngiltere’nin efsanevi prensesi niye o kadar çok sevilmişti hatırlıyor musun? Bazen mahzun bazen de muzip gülümsemesi ile. Gelini de onun yolundan gidiyor ve İngiltere halkı onu da çok seviyor. Eskinin temsilcisi Kraliçe ise mesafeli ve soğuk. Bence insanlar artık yeni zamanda, asık suratla bezenmiş ciddiyet görmek istemiyor. Dudakların aşağıya doğru değil yukarı kıvrılmış hali daha makbul.

Gülmenin gülümsemenin, bir çok olumsuzluğun panzehiri olduğunu da düşünüyorum ve insan doğasına çok iyi geldiğini. Gülmenin iyileştirdiğini, tedavi ettiğini, gençleştirdiğini düşünüyorum. Kanser hastalarına neden sürekli aman mutlu ol deniyor? Patronun dediği gibi matah birşey olsa idi ciddiyet, tüm kanser hastaları öncelikle ciddiyete davet edilirdi sanırım.

Umbero Eco, gülmeyi inancın karşıtı olarak ifade etmiş. Ben ise gülmeyi yaşamın kaynaklarından biri olarak görüyorum. Yaşamın temel taşlarından biri mutlu olmak, mutlu olan yerde de gülmeler olur, kahkahalar patlar. Ve bunun ciddiyetle hiç ilgisi yoktur. Gülümserken de ciddi olabilirsin illa ciddi olacağım diye tutturduysan. Gülümsemek sıcaklıktır, içtenliktir. Gülen gözlerin ışıltısını başka hiç birşeyde göremezsin. Ve gülmek bulaşıcıdır. Sen güldüğünde, karşındaki de gülmeye başlar, mutluluk artar.

Ha gülelim gülümseyelim derken, mahallenin delisi gibi her önüne gelene otuziki diş göster demiyorum elbet. İçinden geliyorsa gül demek istediğim. Sabah bindiğin taksinin şoförüne gülümseyerek günaydın de mesela, bakkalın çırağına gülümseyerek nasılsın de olmaz mı? İş yerinde birlikte çalıştığın insanlara da gülümsemekten daha doğal ne olabilir? Yaşamının parçası olmuş bu insanlara sıcak bir gülümseme belki de o an birine çok iyi gelecek nereden biliyorsun? En ciddi toplantılarda ufak bir espirinin kime ne zararı olur? Ciddi, büyük adam rollerine girmenin alemi var mı? Çok olmak istiyorsan ol da, gül yine de ara ara. İnan bana o çok ciddiye aldığın toplantılar çok daha verimli geçecektir çünkü gülmenin olduğu yerde mutluluk hormonu vardır. Mutluluk hormonunun olduğu yerde sağlık vardır. Sağlıklı insan daha net düşünür daha çözüm odaklı olur.

Nasıl ki Dinin kaynağı korku değilse, ciddiyetin kaynağı da asık surat değil velhasıl.


Hadi bi gülsene J

5 Ekim 2015 Pazartesi


Wayne Dyer'ın "I Am Light" çevirisinden;




"Uyumadan beş dakika önce ne yapıyorsunuz?" diye soruyor geçenlerde geçişini yapan üstad. Eğer o beş dakika boyunca, “offf ne berbat gündü, hiçbir şey yolunda gitmedi, canım çok sıkıldı, artık dayanamıyorum, para da bitti zaten, hatunla da bozuğum, kocaya da gıcığım...” diye saydırıp duruyorsanız...
Uykuya bu şekilde daldığınızda, bilinçaltınız da bu şekilde girer uykuya ve bilinçaltınız, evrensel bilinçaltına bu mesajları iletir.
Ertesi sabah uyandığınızda tahmin edin nasıl bir günle karşı karşıya kalırsınız?
Ama eğer uykuya dalmadan önce 'Her şey yolunda...", 'Her şey tam olması gerektiği gibi...', 'Şükürler olsun bu hayat için...' vb. olumlu düşüncelerle doldurursanız bilinçaltınızı, uykuya dalıp evrensel bilinçaltına bağlandığınızda, evren bu mesajları alır ve tahmin edin, ertesi gününüz nasıl olur?

Seçim size aittir.





                                         
                                         Wayne Dyer 

7 Eylül 2015 Pazartesi


GÜNDEM

Gündem oldukça hareketli... gözyaşı ve feryat yükseliyor yurdun dört bir yanından... Öncelikle görevini yapıp yolculuğuna devam eden her bir ruhun yolunun ışık olmasını diliyorum, sevenlerine de sabır... herkes konuşuyor, herkesin fikri gelmiş... Ülkede yaşayan kişi sayısı kadar çözüm önerisi de yok aslına bakarsan, üç aşağı beş yukarı herkes aynı şeyi söylüyor. Olası iki üç ana başlık çözüm önerisinden, dallanıp budaklanan kelimeler cümleler... bir sonuca gitmeyen, havada asılı kalan harfler...

Peki biz ne yapacağız? Bu soruyu ne zaman sorsam aklıma hep aynı kare gelir; Son Mohikan’ın son karelerinden biridir bu. Karede, olayların tüm tarafları aynı yerde görünür, birilerinin intikamı için beyazlardan birilerinin ölmesi, birilerinin aşkına kavuşması, birilerinin yaşaması gerekiyordur ve Huron kabilesinin reisine giderler karar vermesi için. Bir taraf tamamen affetmek ve yaşamdan yanadır diğer taraf ise tamamen intikam ve ölümden. Reis, kabilesine ve yeni gelenlere bakıp “peki biz ne yapacağız” diye sorar, “Huron’lar bunu soruyor bir süredir, bu savaşta tüm bu olanlar karşısında biz ne yapacağız?”

Bu günlerde, tıpkı yaşlı Reis gibi bende “tüm bu olanlar karşısında biz ne yapacağız, ne yapmalıyız” diye soruyorum... Ne yaparsak katkı sağlarız? Ne yaparsak huzur ve barışa giden yola bir faydamız olur?

Ben diye sen diye birşey yok diyor içimdeki ses, sabırlı olun ve bir ve bütün olduğunuzun farkına varın diyor. Asılı kalmayın, çaresiz hissetmeyin, gücünüzün farkına varın diyor. Acıyı acıyla beslemeyin, şiddete şiddetle karşılık vermeyin, umutsuzluğun pençesinde kıvranmayın diyor. Aksine, umudunuzu ne olursa olsun canlı tutun, narin bir tomurcuk gibi hergün besleyin. İşe söylediğiniz kelimelerden başlayın, savaşa hayır yerine Barış deyin, Huzur deyin, Mutluluk deyin. Bunları sık sık söylediğinizde bütünsel dönüşümün bir parçası olduğunuzu, olan değişimlerle daha iyi farkedeceksiniz diyor. Her biriniz kollektif bilincin küçük parçalarısınız, tek başınıza düşünmeyin kendinizi. Algıladığınız üç boyutlu dünyada hem ayrı hem birsiniz. Bunun farkına varın artık. Her biriniz bütünün eşsiz muhteşem parçalarısınız, senin söylediğin bir kelime, bir hareket dalga dalga tüm evrene yayılacak. İşte bu nedenle yaptığın herşey, düşündüğün herşey, söylediğin herşey kutsaldır, bunun farkına var.

Olanlara lanet etmeyin, karanlığı beslemeyin. Unutmayın karanlığın zıttı aydınlıktır. Karanlık yok olmaz ancak aydınlığa dönüşür, bütünün parçası olan sen buna katkı sağlayabilirsin, unutma ne beyinde ne de evrende boşluk vardır. Herkesin aydınlık ve karanlık tarafları olduğu gibi yaşadığımız gezegenin de aydınlık ve karanlık tarafı var, yaşamımızda gerçekleştirdiğimiz herşey ile gezegeni de besliyoruz. Aydınlık ol.

Hepimiz, bu zamanda bu gezegene geldiysek, olanları kaldırabilecek, olanları değişitirebilecek olduğumuz için geldik. Ve karanlığı aydınlığa gidecek yollarla döşeyebiliriz. Umutsuz olma, pandoranın kutusunu hatırla, ne kalmıştı geriye o kutuda ne kalmıştı hatırla? O kutudaki ol.

Yaşadığımız coğrafya çok çok özel, her daim öyle oldu. Üzerinden o kadar çok ruh gelip geçti ki her birinin enerjisi yayıldı bu topraklara. Milyonlara yön veren dinler boşuna bu topraklardan çıkmadı. Aydınlanma da burada olacak. Kaos korkutmasın bizi, bu dönemler değişim için, aydınlanma için, ruhsal tekamül için gereklidir. İnsanın, insan tarafının erdemlerini değerlerini gözden geçirmesi için gereklidir.

Hayal etmekten korkmayın, bol bol düş kurun. Barış dolu, dostluk dolu, birlikte yaşanılan sevgiyle örülü bir dünya düşleyin her daim. Düş olun. Bu düşlerinizin evrende mutlaka karşılığı olur. Korkuyu atın yüreklerinizden, onun yerine sevgiyi koyun onun yerine anlayışı koyun onun yerine umudu koyun. Neyi düşlersek onu yaşıyoruz. Düşlerine söylemlerine sevgi kat... her daim...

Gandhi’nin söylediği gibi “Dünya’da görmek istediğiniz ne ise, O olun”

Sevgi olun, Barış olun, Umut olun, Huzur olun...

1 Eylül 2015 Salı


KENDİM ETTİM KENDİM BULDUM


Hatırlayalım ne demiştik farkındalık için; farkettiklerini yaşamının bir parçası haline getirdiğin zamanın adıdır.

Sistem, varoluş o kadar mükemmel şekilde işler ki, tamam ben öğrendim artıkın, dediğin şeyi getirir önüne, bak bakalım gerçekten olmuş mu der, sınar yani seni ya da sen kendini sınarsın gerçekten farkettiğin şey farkındalığın olmuş mu yaşamının doğal bir parçası olmuş mu diye...

Benim hikaye de böyle başladı. Birçok yazımda belirttiğim gibi kendimi en eğitmeye ayırdığım alan sağlık. Eskiden daha sık yoklardı, zaman ilerledikçe yoklama sıklıkları azalıyor lakin bitmiyor, demek ki dersim de bitmedi henüz.

Kardeşlerimden biri, ki doktordur kendileri, ileri alerji reaksiyonlar gösteriyor, hani şu yanında iğne ile dolaşanlardandır kendisi. Bir kez elma yiyordu, her zaman yediği elmalardan biriydi ve birden “abla benim hemen hastaneye gitmem gerek, reaksiyon başladı” dedi. Ve bunu dediği an kızarmaya başladı vücudu. O zamanlar Ankara’da idik, hemen eve yakın olan Bilkent’teki hastaneye gittik ve iğnesini oldu, normale döndü. Sonra, oğluna yani yeğenime alerji teşhisi kondu falan derken, sürekli alerjiler hakkında ya dinlerken ya konuşurken buldum kendimi. Sadece dinlesem ya da konuşsam iyiydi, bu eylemlerime korku ve şüphe eşlik ediyordu ya bana da olursa diye.

Korku, frekansı çok yüksek bir duygu enerjisi, gerçekleştirme gücü etkin ve çabuk olanlardan tıpkı sevgi gibi. Biz insanevlatları, sevgiyle düşünmek kurgulamak yerine, korkuyla düşünüp şüphe ile kurgulamayı daha çok tercih ediyoruz. Sonra da bunlar niye başıma geliyor diyoruz. Niye gelmesin ki sen çağırıyorsun sonuçta. Tıpkı benim birkaç gün önce çağırdığım alerji gibi.

Son birkaç yılımın güncel konusu olan alerji ara ara gelirken önüme ve ben devam ederken hayatıma, bu korkumun varlığını kabul edip şifalandırmak yerine yani değiştirip dönüştürmek yerine yokmuş gibi davranmayı seçtim. Oysa tüm varlığı ile orada duruyordu ve ilk fırsatta da gösterdi yüzünü. Geçtiğimiz hafta bir arkadaşımla, çok bilinen bir kebapçıya gidip, meze ağırlıklı sipariş verdim. Pek lezzetli değildi gelenler ama bendeniz elbette yedim. Hiçbirşeyim yoktu, gayet iyiydim. Evime geçtiğimde yüzümü temizlerken yüzümün kabardığını gördüm hani şu bebeklerde olan isilik gibi. Durmadım üzerinde, temizledim ve uyudum. Sabah kalktığımda sol yanağım tamamen, sağ yanağımsa ara ara kabarmıştı. Yine üzerinde durmadım. Sonra gün içinde kabarmalar tüm yüzüme ve omuzlarıma özellikle lenf yoksunu sağ koluma doğru yayıldı. Bu esnada olandan çok altındakini görmeye odaklanmıştım. Çünkü artık vücudumuzun her bir zerresinin, bir sebep dolayısı ile tepki verdiğini biliyorum. Bunu düşünürken alerji olmaktan ne kadar ürktüğümü ve bu durumun hayat kalitemi ne kadar düşüreceğini düşündüğümü farkettim. Akşam evime gittiğimde aynada bakarken kendime “evet sevgili Seval, bunu sen yarattın korku dolu düşüncelerin ile, şimdi de yine sevgi dolu düşüncelerin ile şifalandırmalısın” dedim. Sakin ve farkında olmaya çok özen gösterdim her bir anımın her bir düşüncemin. Evde tamamen sessizlik hakimdi, Hayyam bile anlamış gibi koltuğun köşesinden hiç kalkmadı. Önce bunun altındaki sebebi anlamaya niyet ederek meditasyon ardından, şifa seansımı yaptım. Kızarık ve kabartılarda değişiklik yoktu ancak ben kendimi çok daha iyi hissettim ve daha da önemlisi bedenime karşı çok daha güven duydum.

Sıkıntı burada aslında. Bedenlerimiz mükemmel işleyen birer fabrika gibi, güçlü ve çoğu kez kendini yenileme gücüne sahip. Karanlık ve şüpheci düşünce ve davranışlarımızla o kadar çok kirletiyoruz ki o bakirliği, ancak aydınlık yanımız feryat edince anlıyoruz ne yaptığımızı. Her şeyden önce bedenlerimize güvenmeliyiz, onun iyileşme sürecine saygı duymalı, bize söylediklerine kulak vermeliyiz. Geçenlerde bir arkadaşım, oldukça stresli olduğu bir yaz mevsiminde, soğuk algınlığından zatürreye geçiş hikayesini anlatırken “ben o aralar eşime sürekli dağa çıkalım, ormana gidelim diyordum, buna ihtiyaç duyuyordum” dedi ve ekledi “zatürre teşhisi konulunca anladım, bedenim söylüyordu aslında temiz havaya stressiz bir ortama ihtiyacım olduğunu, ben yeterince dinlememiştim” dedi.

Budur aslında tüm mesele, bizler bedenimizi dinlemeyi unuttuk, uyarı verdiğinde duymayı bilemedik. Bedenlerimizin mükemmelliğine, onarıcı gücüne, bilen tarafına ezcümle bedenimize, dış giysimize güvenmeyi unuttuk. Zihin sandık herşeyi, yarattığımız illüzyonlara inandık, korkularımızla besleyip büyüttük, hasta ettik ve hala ediyoruz o güzelim bedenleri...

Hatırlarsan daha önce de bahsetmiştim, düşüncelerden yayılan enerji frekansının ne kadar etkili ve dönüştürücü gücü olduğundan. Ne düşünüyorsan onu yaşıyorsun. Hasta olacağım diye korkuyorsan geliyor o hastalık, bana geldiği gibi. Bu süreçte, tüm olanları zihnimle değilde ruhumla, özümle anlamaya hissetmeye gayret ederek geçirdim. İlk adım korkuyu anlayıp kabullenmekti, zira reddettiğin her duygu her düşünce büyüyerek çoğalarak geri döner sana. Varsa var, evet benim bu tarafım da var ve bu tarafımı da kabul ediyorum demek, ruhsal tekamül için önemli bir adım.

İki gün kadar sonra doktora gittim, ufak bir alerjik reaksiyon gösterdiğimi, önemli bir durum olmadığını, ilk tedavi olarak kortizonsuz bir reçete vereceğini söyledi. Üç günlük antihistaminik tablet ile yüzüme ve omuzlarıma süreceğim jeli alarak başladım tedavime. Bedenime ilaç tedavisi uygularken, ruhumu ve dolayısıyla fizik bedenimi de besleyecek şifa seanslarıma da devam ettim.

Sonuç; iyiyim, geçti.

Öğrendiğim; korkularını besleme, yüzleş kabul et ve dönüştür.

Unutma sevgili okuyan, her düşüncen misliyle sana dönüyor, şu an ne geçiyor zihninden? 

25 Ağustos 2015 Salı


KAZDAĞI’NDAKİ NEFES EKOFEST


ORMAN GİBİ KARDEŞÇESİNE
BÖLÜM 1 Festivale Gidiş

Bin pınarlı İda dağı... Binbir çiçeğin toprağı Kazdağı... hangi isme sahip olursa olsun farketmeyen o büyüleyici yeri fena halde anlatma isteğindeyim. Belki gidip gördün sen, suyunu içtin, toprağında yattın. Bildin yani oraları, aldın tadını. Benimki ilk ve zannederim her ilk görüşteki aşk gibi, bu da kelimelere dökülme ihtiyacında.

Hikaye bundan bir ay kadar önce başladı. Bir gün kuzenle oturmuş sohbet ederken kazdağlarında ekolojik bir festival düzenlendiğini kendisinin de gideceğini söyleyip, benim gelip gelemeyeceğimi sordu. Nasıl bir organizasyon dedim, ne kadar ekolojik? Aslında burda sorduğum yılan kurt ayı var mı, kulağıma böcek kaçar mı, tuvalet var mı kabilinden şeylerdi. Plaza insanı demesinler diye ufaktan ne kadar ekolojik diye sormayı tercih etmiştim. Çadırlar olacak dedi, dağda olacağız dedi, tamamen doğal bir ortamda doğayla ilgili bilgiler alacağız dedi. Hımmm bi düşüneyim dedim, içimden gitmemeye karar vererek.

Sonra bu yılım aklıma geldi, 2015 yılı için kendime verdiğim söz ve ettiğim niyet. Ne demiştim “bu yıl korkularımdan arınma yılı olsun”. E tam fırsatı değil miydi? Çünkü son birkaç doğa gezimde, ormanda rahat olamadığımı, doğa anaya güvenemediğimi farketmiştim. Üstüne gitmek korkumla yüzleşmek için harika bir fırsattı bu. Gazetelerde o kadar çok “kulağına örümcek kaçtı”, “gözünde sinek larvaları bulundu” “arı alerjisi öldürdü” haberleri okumuştum ki az buçuk tırsmıyor değildim. Oysa ne bildiğim alerjim vardı ne de börtü böcek ile yuva kuracak kadar samimiyetim.
Bir hafta kadar sonra kuzeni arayıp geleceğimi, işim dolayısıyla tamamına katılamayacağımı Cuma izin alıp, sabahında da dağa geleceğimi söyledim.

Kuzen beni ilk gittiği günün akşamı yani festivalin başladığı Çarşamba akşamı aradı ve hızlı hızlı konuşmaya başladı “kuzen burası gece çok çok soğuk oluyor, polar, hırka, battaniye ne varsa getir, hatta şapka bere getir. Gündüzleri sıcak şort tişört getir. Dereler var su buz gibi ama giriyoruz bikini havlu getir. Piknik sandalyeni unutma, keşke masayı da getirsen”. Sessizce dinliyorum dağ cahili bendeniz “eee başka” diyorum merakla. Kuzen devam ediyor hızla “telefonlar çekmiyor, haber vereceğin herkese ver sana üç gün ulaşamayacaklar, elektrik yok, şimdi köye indim burda çekiyor hemen dönmem lazım çünkü araba yok, yol kötü, araba bulduğum an gitmek zorundayım. Uyku tulumu mutlaka getir, mat mutlaka getir, dur bir araba geliyor kapatmam lazım, bi şey unutmadım galiba, neyse işte hazırlıklı gel, haaa seni başka arayamam, kamp alanına geldiğinde tam karşıya bak sağ tarafta turkuaz olan çadır bizim, tepesi tek turkuaz o zaten bulursun, aaa  araba gidiyor, hadi hoşça kal” dedi ve kapattı. Elimde telefon kalakaldım “len ben nasıl bir yere gidiyorum, gitmesem mi, huyluyumdur da, tuvalet var mı bari, soramadım da” derken yakaladım kendimi yok dedim sonra, bu festivale gidilecek, de nasıl gidilecek, benim bir kolun lenf bezleri yok ağır taşıyamam, zorlayamam. Takı bile takamadığım kolum, üstelik sağ kolum nasıl taşıyacak bunca şeyi?? Kuzenin dediği herşeyi alsam otobüsle nasıl götüreceğim? Uyku tulumunu kimden bulacağım? Mat alsam mı birinden bulsam mı? Hay Allah ne yapsam??

Neyse, uyku tulumunu kamp aşığı bir arkadaşımda buldum, minimum giysi aldım, ne olur ne olmaz diye biraz çıtır çerez, kahve yoksa diye termos, market yok diye sigara vs. koydum valize. Elbette piknik sandalyemi unutmadım. Üç günlük seyahat için oldu mu sana koca valiz ve bi sandalye. Yüklendim hepsini ve Şeyda ile çıktık yola.

Yolculuk rahattı, zaten benim gibi her durumda uyuyabilenler için yolculuk hep keyif olur. Türkiye’nin neredeyse tamamını gören ben niyeyse bunca vakit Bursa Ayvalık arasını es geçmişim. Ne pek bir popüler olan Assos’a, Yeşilyurt köyüne gitmişliğim var ne Kazdağlarına. Bu yüzden Edremit’ten itibaren gözlerimi açık tuyorum. Deniz mükemmel muhteşem olağanüstü. Masmavi, ara ara koyu ara ara açık. Sabah çok erken olmasına rağmen çok insan var denizde. Yalnız pek genç insan göremiyorum çoğu teyzeler amcalar sanki. Çok katlı binalar yok ama epeyce bina var, yine de yeşillik nispeten korunarak yapılmışlar. Dağ taş boy boy zeytin ağaçları ile dolu. Devam ediyoruz, Edremit, Akçay, Güre, Altınoluk ve nihayet Küçükkuyu. Varış noktamız Küçükkuyu. Sabah 8 olmamışken iniyoruz otobüsten. Şeyda’da bende keyfimize düşkünüz, madem gideceğimiz yer dağ başı burda adam gibi bir kahvaltı edelim öyle gideriz diyoruz. Valizleri otobüsün yazıhanesine bırakıp, çünkü o eşek ölüsü gibi ağır valizlerle bir yere gitmemiz mümkün değil çünkü benim kolumun sakat olması gibi Şeyda’nın da beli sakat, kahvaltı yeri aranıyoruz. Birkaç kişiye soruyoruz, herkes turist olduğumuzu görünce çok yardımcı, gülümseyen gözleri ile yardımcı olmaya çalışıyorlar. Küçükkuyu limana gidiyoruz. Tam deniz kenarında, aile çay bahçesi gibi bir yer buluyoruz. Bir yavru üç yetişkin kedinin oynaştığı, insanların hem çekirdek yiyip hem kahvaltı ettiği, sade kendi halinde bir çay bahçesi. İlla deniz kenarında olacağız ya geçiyoruz en denizin kenarındaki masaya ve veriyoruz siparişlerimizi. Garsonumuz Mücahit, 10 yaşında, ilk kez bu yaz çalışmaya karar vermiş çünkü çalışmanın nasıl birşey olduğunu merak etmiş. O anlatırken “merak etmeseydin diyorum zaten nerdeyse hayatın boyunca çalışacaksın” içimden tabi, çocuğa bunu söyleyip hayallerini yıkmanın bi alemi yoktu.
 Köy kahvaltısı geliyor, bir bakıyoruz salam var. Şeyda takılıyor Mücahit’e
Ş: e hani köy kahvaltısı getirecektin?
M: e abla işte köy kahvaltısı bu
Ş: Salam mı yeniyor köyde Mücahit
M: Bilmiyom abla patron öyle istiyor, getirmezsek kızar
Peki diyoruz ve başlıyoruz iştahla kahvaltımıza. İkimizde salam sosis gibi şeyler yemediğimiz için kedilere bölüp bölüp veriyorum. Mücahit çay getiriyor o ara
S: Mücahit diyorum besliyor musun bu kedileri
M: Yok abla patron kızıyor
S: Niye yahu? Bak hele şu ufaklık çok küçük, ne olur besleseniz
M: Yasak abla patron buraya gelmesinler istiyor ama merak etme ben gizli gizli besliyorum
S: Aferin Mücahit besle sen

Mücahit besliyorum dedi ya, içim daha rahat. O ara menemen geliyor, haberin var mı bilmem son moda menemenler bol kaşarlı geliyor! Gül gibi menemeni katlediyorlar o plastik gibi eriyen kaşar peyniri ile. Ayırıyor kaşarı yine kedilere veriyorum. Salamın üstüne atlayan kediler kaşarı şöyle bir koklayıp bi daha yanına yaklaşmıyorlar. E kedi yemiyorsa vardır bir sebebi. Alıyorum peçeteyle yerden, neme lazım yasakçı patron bana da kızabilir diye. Çünkü en son “ekmekleri ısıtabilir misin Mücahit” dediğimizde, “ekmekler kızartma makinasına yapışıyor abla, patron izin vermiyor o yüzden” cevabını almıştık küçük garsondan. 

Neyse doyduk nihayet, gözümüzün önü açıldı kendimize geldik. Doyduk ya, şimdi sıra keyif çayında, hatta çaylarında. Sohbet ediyoruz, gülüyoruz, fotoğraf çekiyoruz, çayımızı yudumlayıp önümüzdeki sonsuz gibi görünen denizde kayboluyoruz.

Sonra gitme vaktinin geldiğine kanaat getirip yine otogara doğru yürüyoruz. Sürekli çalışan minibüsler var, Şeyda’nın, valizlerin olduğu yere kadar getirtmeyi becerdiği şoförün minibüsüne binip Narlı Köyü’ne doğru hareket ediyoruz. Çabuk varıyoruz Narlı köyü sapağına. Sapak ile Köy arası 2 kilometre, oradaki festival servislerine binip gideceğiz, bu kadar kolay yani. Biz valizleri çekiştire çekiştire servis aracı aranırken, yirmili yaşlarda, uzun boylu, sarışın bir çocuk yanımıza gelerek “Festivale mi geldiniz” diye soruyor. Evet diyoruz karşılanmanın verdiği hazla. “Bavulları alayım, taşımayın,  şu kahveye geçip bekleyin siz” diyor. Peki deyip bavulları birlikte yerleştiriyoruz arabaya. Kahveye geçiyoruz, yola bakan köşedeki masaya oturuyoruz.  “Ne zaman gideceğiz” diye sorduğumuzda “araba ne zaman dolarsa” cevabını aldığımızda önce bir lal olup cevap veremiyoruz, sonra tabi ki çözülüyoruz;
S: İsmin nedir?
G: Güvenç
S: peki Güvenç ben de Seval, az önce dediğini anlayamadım galiba, servisin bir hareket saati yok mu?
G: Yok , ilk gün çok gittik ama mesela dün sadece iki kere çıktık bi sabah bi akşamüstü.
S: Pekiiii en az kaç kişi olması lazım gitmen için?
G: 10-12 kişi, ancak kurtarıyor abla, yol çok kötü arabam mahvoldu iki günde her yerinden ses gelir oldu. En az 10 kişi olmalı ki çıkayım yolu.
S: peki şu an kaç kişi var bekleyen?
G: siz varsınız, iki kişi yani. Ama belli olmuyor dün mesela yarım saatte yedi kişi birden geldi. Bir saat de bekleyebiliriz üç saat de, ne zaman dolarsa minibüs ancak o zaman çıkarım.

20 yaşında, yüksek okul mezunu Güvenç, başkasının yanında çalışmaktansa babasıyla çalışmayı tercih etmiş. Istanbul’a sık gelirmiş çünkü sevgilisi Eyüp’te imiş. Hoş sohbet, içten bir çocuk, vakit de çok başlıyoruz laflamaya. Festival nasıl diyoruz anlatsana biraz, başlıyor bizi korkutan hikayesine. “Ne olacak abla” diyor, “bir sürü insan biraraya gelmiş, çadırlarda kızlı erkekli anlarsın işte, sürekli de içiyorlar. Güya çevreciler ama her yer çöp olmuş. Organizasyon çok kötü, bize bir servis saati bile söylemediler, bi de otostopçular var binmiyorlar arabama sonra dönüşte beni de götür diyorlar. Götürür müyüm hiç yazıyorum onları, para vermeyene servis de yok. Geçen biri arabada kızın dudağına yapıştı öpüştüler abla olacak şey mi? Benim de sevgilim var yapmam oyle uluorta. Yani hikaye falan festival”. Şeyda ile birbirimize bakıyoruz. “ben bu sene hiç denize girmedim, dağa çıkmayıp şurdaki bir pansiyona mı gitsek, bak deniz nasıl güzel” diyor Şeyda. Denize girmek gibi bir sevdası olmayan ben yok diyorum, bi gidelim dediği gibiyse döneriz ama bi gidip biz bakalım önce. Sırt çantası ile gelen herkese seslenip, festivale mi diye soruyoruz, Güvenç’ten daha istekliyiz yolcu bulmak konusunda çünkü 10 kişiyi bulamazsak o kahvede ömrümüz geçecek. Bir öğrenci çift geldi, servis ücretinin gidiş dönüş 15 TL olduğunu öğrenince otostopla gideriz dediler. Edremitli bir anne kız günübirlik gidecekti, saat ilerledikçe gün öldü deyip gitmekten vazgeçtiler, konser verecek müzisyenlerden iki kişi geldi bari siz gitmeyin diye yalvardık adamlara.

Üç saate yakın bekledik orada. Toplamda beş kişi ile çıktı dağa Güvenç. Çünkü diğer minübüsü kullanan babası gelip, servis hareket saatlerinin kendisine verildiğini kaç kişi olursa olsun o saatte hareket edileceğini söyledi.

Narlı Köyü sapağı ile Narlı Köyü arası dediğim gibi 2 kilometre ve yol düzgün. Köyden sonra festival alanı 13 km. Yol toprak, sıkışmış toprak ve bol taşlı, virajlı, sürekli tırmanılan ve yer yer derin uçurumları olan, dikkatli gidilmesi gereken bir yol. Bir en fazla ikinci vitesle gidilebilen bu yol sadece 13 km olmasına rağmen bir saate yakın sürüyor. Diğer yandan doğanın bakirliği ve yüksekten denizin gökle buluştuğu manzarasıyla, ağaç kokusu çiçek kokusuyla, dallarından zeytin fışkıran ağaçları ile yolculuk büyüleci geçiyor.

Ve alana geliyoruz. Girişi yaptırıp bileğimize yeşil boncuklu ip bilekliğimizi takıp, turkuaz renkli çadırı bulmak üzere alanın başladığı yerde duruyoruz. Önce çadırlara sonra birbirimize bakıyoruz... Bakıp kalıyoruz çünkü her yer silme turkuaz çadırla dolu. Kuzenimin çadır bulma tarifini sevgiyle anıp, valizleri sürüklüye sürüklüye alanın ortasına doğru ilerliyoruz. Sonra tüm alet edevatı orda bırakıp yorgunluk kahvesi içmek için ahşap piknik masalarının olduğu tarafa doğru yürüyoruz. Ağırlıklardan kurtulunca çocukları görüyorum ilk... bebeğinden 12-13 yaşına kadar koşan, köpek seven, yemek yiyen, toprağa oturmuş oynayan çocuklar. Çocukların mutluluğunu gördüğüm, kahkahalarını duyduğum an tüm tereddütlerim kayboluyor. Onlar hiç rol yapmaz çünkü, onlar oldukları gibiler. Varoluşun en saf tarafının simgesiydiler. 

Anlıyorum ki Güvenç burada hiç olmamış, burada kalmamış. Etrafta ne uluorta sevişen çift var ne de sarhoş olup naralar atan... Her yere çöp fıçıları konulmuş, bi de üstüne bu organik, bu plastik diye yazılmış. Gönüllüler herkese yardımcı, katılımcılar birbirine yardımcı. Duyurular yapılıyor, panel konuşmacıları tanıtılıyor, bilgilendirmeler yapılıyor. Ortalıkta huzurlu bir sessizlik hakim. Herkeste bir dinginlik ve gülümse var.  


Ama biz yine açız, kahvaltıdan sonra hiçbirşey yemeyip bol bol çay kahve içmişiz. Dinginliği bir kenara bırakıp, midemizin sesine kulak veriyor ve çay ocağı gibi olan bir yere gidiyoruz. O yörenin yerlisi ailenin kadınları sac kurmuş, gözleme yapıyor, erkekleri de çay kahve ve ücretsiz sıcak su veriyor. Önce gözlemeye doğru yol aldım, avını görmüş aç bir kurt gibi. Sıra olduğunu öğrendiğim an yıkıldım ama ne yıkılma. Hani yani aşık olsam adam terkedip gitse bu kadar acı çekmeyeceğim, fena açım çünkü. Gözlemeci kıza “çok açım ben” dedim “çok açım çok aç... ne yapacağız şimdi?” Yüzümdeki aç yavru kedi bakışı gözlemeci kızı etkilemiş olacak ki “dur bir dakika” dedi ve 3-5 dakika sonra iki dilim ekmek arasına koyduğu peynir ve domatesle geldi. Aman Allahım o ne lezzetti! Onca sigara ve kahveden sonra midem bayram etmişti. Ne kızın siyaha yüz tutmuş parmaklarını gördüm o an, ki normaldi o yağ, sıcak sac ve koşuşturmanın içinde, ne de bardağımın şöyle bir sudan geçirilip doldurulmuş çayı. O çay ve o ekmek çok lezizdi ve bir o kadar çok kıymetli. O doğallık içinde her şeyin aslında göründüğünden ne kadar temiz ve lezzetli olduğunu farkettim. Kirlilik tanımı bizim yarattığımız birşey değil mi sonuçta? Kime göre kirli, neye göre temiz? Ne yani evimizdeki neredeyse her yere giren çamaşır suyu mu daha sağlıklı ve temizdi, ateşi harlayan kızın kararmış ellerinden? 

Elimdeki ekmeği ve hikayesini öğrenen Şeyda da hemen soluğu o yardımsever kızın yanında almış, ama ona vermemiş gözlemeci kız ekmeğini. Somurtarak geldi Şeyda, ekmeğimi paylaşacaktım ama o bunu anlattığında ben son lokmamı yutmak üzereydim.

BÖLÜM 2 EKOFEST (Ekolojik Festivali takdimimdir)


O ilk açlık krizi geçipte kendime geldiğimde, kızlar da geldi. Kuzen’e elim belimde ilk sorum “etrafta kaç tane turkuaz renkli çadır var Demetcim?” . “ Ya anlamadım aynı şeyi Hasan da söyledi, sizden birkaç saat önce geldi o da, çok aramış bizim çadırı”. Bi de bize şaşırıyor çadırı bulamadık diye. Neymiş efendim diğer çadırlar tamamen turkuazmış bizimkinin tepesi turkuazmış. Özür diledik tabi hemen ağaçların arasında tepesi görünmeyen turkuaz çadırı göremediğimiz için. Kuzen kendini affettirecek kolumun da zayıf olduğunu biliyor ya hemen aldı çantayı çadıra doğru götürmeye başladı. Hiç kımıldamadım olduğum yerde, o kadar iyi hissediyordum ki o yeşil deryanın içine bıraktım kendimi... O ana bıraktım, o anda kalmaya özen göstererek.

Benim alan, zaman, uzaklık vs. ölçü birimi tahmin etme şeklim korkunçtur. 100 metre derim 1 kilometre çıkar, 10 dakika derim yarım saat olur. O yüzden festival alanının ne kadar büyüklükte olduğunu maalesef söyleyemeyeceğim sana. Ben anlatacağım sen tahmin edeceksin artık sevgili okuyan. 

Alanda 100 den fazla çadır vardı, çoğu iki kişilik bazıları daha büyük. Su dolum tesisi binası, gönüllülerin yemeklerini yapıldığı eşyalarının olduğu bir tane baraka gibi yapı, bir konser alanı, iki büyük ateş alanı ve dört tuvalet ve bir ya da iki duşun olduğu yine ahşap baraka gibi bir yapı daha. Alan düzdü, dümdüz bir ova gibi, her yer güneşin sararttığı çalı çırpı ile doluydu ve inan bana orada parmak arası terlik dolaşmak ciddi bir işti. Festival alanının dört bir yanı ise çoğunlukla yıllanmış, ara ara ise daha genç ağaçların olduğu dağlarla çevriliydi. Yani gözlerini nereye çevirsen ilk gördüğün yemyeşil bir dünyaydı. Huzur veren, içindekini dinle diyen, benimle buluş diyen o güzelim yeşil...
Alanın hemen yanından nereden başladığını ve nereye döküldüğünü bilmediğim bir dere akıyordu. Kazdağı denen bölgede çokça dere, akarsu, çay vs. olduğundan eskiler buraya bin pınarlı İda Dağı dermiş. Kızlar akıllılık edip, çadırı biraz yukarıda derenin yanına kurmuşlardı. Piknik sandalyalerine oturup derenin sesini dinleyerek kahveyi yudumlamak nasıl eşssiz bir keyifti. Deniz geliyor o sırada yanıma en küçük katılımcımız 4,5 yaşında kendileri. Esmer teninde, kömür gibi parlayan iki iri göz, nohut kadar burnu ve yukarı kıvrılmış köfte dudakları ile gördüğüm en yakışıklı küçük adamlardan. Annesi Selma ile koşuyor, sanırsın yıllardır hasret kalmışız birbirimize vay diyorum içimden henüz çok yakın değiliz ama sevmiş demek ki bizi. Yanımdan geçip gidince anlıyorum koşmasının sebebini meğer arkadaşı ve yaşıtı Yazgı arkamızdaymış, oyun oynayacaklar ya sevinci o yüzdenmiş.

Bizim gittiğimiz ilk, festivalin üçüncü gecesi hem film gösterimi vardı hem de konser. Konser film sonrasında başladı. Gündüz ise çeşitli paneller ve forumlar düzenlenmişti; Sağlıklı ve dengeli beslenme, Ekosistem içinde ağaç, Şiir ve Doğa, Termik santral direniş örnekleri gibi. Sonuncusuna basından da sık duyduğumuz Yırca ve Çırpılar köylüleri gelmişti. Filmi izleye gitmedim çünkü o sırada akşam çıkan yoğurtlu kızartma, makarna, tatlıdan oluşan yemeğime kavuşmakla meşguldüm. Konser öncesinde az önce bahsettiğim büyük iki ateş yakıldı. Ateşlerin etrafında odunlardan, kütüklerden oturma yerleri yapılmıştı. Biz ve sandalyesi olan başkaları ateşe yakın yerlerde yerimizi aldık. Kazdağı Müzik Topluluğu’nun  ezgileri ile gökkubbede parlayan yıldızlarla ve biraz da soğuktan donan halimizle konsere eşlik ettik. Bazen bağıra bağıra söyledik bazen kalkıp oynadık. Öylesi anlarda dans etmek, halay çekmek çok faydalı aktiviteler, zira donan bedenini başka türlü ısıtman çok zor. Sonra sahneyi Ethnic Band grubu aldı. En etkilendiğim ve zevkle dinlediğim grup oldu kendileri. Türküler gecenin içinde yankılanırken baktım herkes büyülenmişçesine dinliyor.

Bir küçük not;
Ertesi sabah kahve sıramı beklerken, grubun solistini gördüm. Tebrik ettim ve yayınlanmış ve bir albümleri olup olmadığını sordum. Yok dedi. "Bazı türkülerinizi ilk kez duydum" dedim, "doğaldır dedi. Çünkü bir önceki gece yaptıkları programın yarısına yakını kendi besteleri imiş. "E niye söylemediniz kendi besteleriniz olduğunu" dedim. Cevabı ile bir hayat dersi daha aldım; "Ne gerek var ki dedi, biz sadece müzik yapıyoruz ve paylaşıyoruz. Kimin yaptığı önemli değil notalar hepimizin..."

Neyse, dönelim geceye. Vakit gece yarısını henüz geçmişken ben ve Şeyda yatalım diyoruz. Bütün günün yorgunluğu ve bir önceki günün uykusuzluğu eklenince, soğuktan da mayışınca çadır fena çekici geliyor gözüme. Bir de çok heyecanlıyım çünkü çadırdaki ilk gecem olacak. Diğerleri biz devam ediyoruz diyorlar, Deniz’i de getiriyor annesi, uyudu yavrucak türkü dinlerken. Çadır iki oda gibi, arada fermuarlı bir bölme var. Annesi Deniz’i uyku tulumuna sokup sarıp sarmalayıp yatırıyor. Ben uyku tulumunun içine solucan debelenmesi girmeye çalışırken Şeyda “yan tarafta fermuar var orayı açıp rahat rahat girsene” diyor. “Yok canım ben böyle deneyeceğim” diyorum bilmiş bilmiş, oysa yan tarafında fermuar olduğundan haberim yok zira bu uyku tulumu ile ilk tanışmam. Girdiğim an ısınıyorum, üzerimde ki kalın eşofman altı ve polar üstlüğün etkisi vardır ama hakikaten hemen ısındım. Altımda mat yoktu, getirdiğim bir başka örtüyü serdim. Başıma da eşarp sardım saçlarımın tamamını içine tıkıştırarak. Her ne kadar doğada olmak iyi geldiyse de, tedbiri elden bırakmadım. Kulak deliklerimi korumak önemliydi, neme lazım bir böceğin gelip yuva yapacağı falan tutar. Zaten tüm kamp boyunca yaptığım tek korunma buydu, başıma eşarp sarıp uyumak, bunun dışında kendimi hep güvende hissettim. Çok rahat uyudum, gece kızlar altıma bir mat bulup koymuşlar onu bile hissetmedim, sabah yedide dinlenmiş ve gülümseyerek uyandım. İlk bi kendimi dinledim sağımda solumda ağrı var mı diye. Sapasağlamdım. Baktım kızlar horul horul uyuyor, yavaşça çıkıp, gözlemecilere doğru yürüdüm. İlk kahvem elimde yeni başlayan günü dinledim.

Festivalin dördüncü, benimse ikinci günümün ilk aktivitesi Yoga idi. Bir tek Demet gitti, diğerlerimiz ya kahvaltı etti ya da uyumuya devam. Peynir, yeşil ve siyah zeytin, yumurta, domates, salatalık, tereyağ ve reçelden oluşan kahvaltı çay ile taçlandı. Sabah serinliğinde ne iyi geldi o çayın sıcaklığı. Gün içinde atölye çalışmaları vardı; Doğanın ruh sağlığı üzerindeki sağaltım etkisi, Kazdağı ve Madra yöresinde Doğa koruma mücadelesi, edebiyat ve doğa, zeytin’e dair ve doğal bakım ürünleri atölyeleri bunlardandı... Elbette kozmetik hiçbir ürün kullanmayan ben, Doğal ürünler atölyesine gittim ve Ayla Hanım’dan yeni tarifler aldım. Mesela ilk tarif olarak sana şunu söyleyebilirim, soğuk sıkma zeytinyağını her türlü kullanabilirsin, yemeklerinde ekleyebilir, yüzüne, saçına sürebilir, sabununu yapabilirsin.

Öğleden sonra, parmak arası terliklerle dere kenarında kah kayarak kah hoplayıp zıplayarak biraz 
uzağa gittik. niye terlik diye soruyorsan, gece ne kadar soğuk oluyor ise gündüz de bir o kadar sıcak. Spor papuçlar falan fena daraltıyor insanı e bir de dere bir de su haliyle terlikle çıktık yola. vardığımız yeri görmeni isterdim, anlatmaya çalışacağım. Küçük küçük şelaler düşün birkaç basamaklı, suyun en son döküldüğü yer basamaktan daha yüksekti. Suların döküldüğü o yer küçük bir göl yapmış, etrafta bıçakla kesilmiş düzgün kayalar, su soğuk fakat kayalar gün boyu güneşi emdiğinden sıcacık, kuş sesleri ve birkaç kurbağa vıraklaması... Her yer ağaç, uzunlu kısalı küçük büyük onlarca yüzlerce ağaç ve masmavi gökyüzü. İlk gittiğimizde hepimiz önce bir durduk, sonra oturduk ve sadece dinledik. Sonra yavaş yavaş suya girdik. İlk kez akan bir suya girdim, şelale gibi dökülen suyun altına girdim, yıkandım sanki... Çok kalamadım suda çünkü çok üşüdüm, su gerçekten soğuktu. Soğuk, sudan çıkıp kurulanınca hemen geçti. Kayalar o kadar düzgündü ki şezlong yerine koyup güneşlendik. Sonra hadi meditasyon yapalım dedim, topluca hep beraber. Demet ve Hasan burun kıvırdı "burada ne gerek var ki" diyerek. Grubun tamamı, 4,5 luk Deniz dahil ve gruba yeni katılan gencimiz Ali ile birlikte yaptık toplu meditasyonumuzu. Diğerlerini bilmem ama gözlerimi açtığımda çok çok iyi hissediyordum kendimi. Sanıyorum orada üç saate yakın kaldık zamanın nasıl aktığını bilemeden ve oranın tadına doyamadan...

Akşam, Gölge Oyunu Gösteri'sinin olduğu saatte akşam yemeği de olduğu için oyuna gitmedim. Çünkü pilav, nohut ve tatlıdan oluşan yemek pek bir ilgimi çekmiş ve her zaman ki gibi yemek kuyruğunda yerimi almıştım. Hazırlıklı gelenler yemeklerini kendileri yaptılar, özenmedim de değil. Yan çadır fena hazırlıklıydı bu konuda, menemen, patlıcan vs. bir sürü şey yaptılar. Bizim gibi kampı uyku tulumu ve çadırdan ibaret sananlarda üç öğün çıkan tabldot yemekleri yediler. Yemeklerde et yoktu ki bu bence doğru bir seçimdi. Yemekten sonra yine ateşler yakıldı yine sandelyeler ateş yanına çekildi, birkaç saatliğine yine jenaratör çalıştı ve ilk grup aldı sahnede yerini. Zeybeklerden Rembetiko’ya şarkılar türküler söyleyen grup hareketli yerine daha ağır parçalar seçmişti. İkinci grubun adı “Cümbüş Cemaat” idi ki adlarına yakışır bir program yaptılar. Daha güncel pop şarkılarının olduğu bir repertuarları vardı. Ben gece bire doğru yine çadıra gittim, bu sefer ben ve Deniz vardık sadece.

Ve son gün, festivalin beşinci benim üçüncü günüm... Dönüş günüm... Kızlar devam ediyor ama bilet yüzünden dönmek zorundayım. Sabah kahvaltıdan sonra valizimi hazırlayıp kahvaltıya yine yalnız gittim. Çünkü grubun erkencisi bendim. Sonra Selma ve Deniz geldiler. Kahvaltı sonrası kahvemi içiyordum ki anons yapıldı servis aşağıya köye inecek gitmek isteyenler varsa çıkışa gelsin diye. Gittim... Istanbul’a dönen sadece bendim. Önce Narlı Köyünde Nazım Usta’nın yerinde türk kahvemi içtim, sonra da Edremit otogara gidip İstanbul Otobüsüne bindim.

Tadı damağımda kalan üç gündü. Her anından keyif aldığım, güzel insanlarla tanıştığım, yeni bilgiler edindiğim muhteşem bir deneyimdi. Doğayı korumak için, zeytinlikleri korumak için, yaşamı korumak için tüm varlıklarıyla orada olan, bunu iş edinen insanlarla birlikte olmak harika bir duyguydu. Süheyla Hanım vardı mesela festivalin mimarı olan, tüm gün herkesin her çağrısına yetişmeye çalışan. Katılımcıların tek şikayeti olan servis konusuna sürekli çözümler bulmaya çalıştı. O kadar kıt kaynaklarla gerçekleştiriyorlar ki bu festivali, bu yürekli insanlar karşısında şapka çıkarırsın. Gelen tüm gruplar, konuşmacılar gönüllüydü. Para isteyen tek yer ulaşımdı ve buna da hiçbir Belediye, Valilik sponsor olmamıştı. Küçükkuyu'da tanıştığımız ve sohbet etmek fırsatı bulduğumuz Seyfettin Bey vardı mesela, Kent Konseyi Başkanı da olan Seyfettin Bey emekli gazeteci imiş. Kendini doğaya, doğal yaşama adamış. Festivalde tanıştığımız ve gönüllülerden olan Füsun Hanım ile hayata dair yaptığımız sohbet bol kahkahalı bol bol göz kırpmalıydı. Tahmin ettin herhalde konu ilişkiler üzerineydi. Gökkuşağı adındaki yerel dergiyi çıkaran ve sahibi olan Erdoğan Bey bize oraların daha önceki halini ve şimdiyi anlattı. Köylülerin HES, RES, Altın Madenciliğine bakışından ve daha birçok şeyden bahsetti.

Velhasıl iyi ki gitmişim dediklerimden biriydi bu üç gün. Bendeniz artık bir kampçıyım. En kısa zamanda lazım olan her şeyi edineceğim ve seneye yine festivale gideceğim hem de bu sefer tamamına katılacağım. Ve hatta sanırım gönüllü de olmak istiyorum, çorbada benim de tuzum olsun diyerek.

Sevgili okuyan sende istiyorsan temiz hava doğal gıda, bu güzel yürekli insanlara “bende varım mücadelenizde” diyorsan mutlaka festivalde olmalısın. Mutlaka orada yerini alıp sende katkı vermelisin. Bir orman gibi kardeşçesine birlikte yaratılacak sevgi, önce doğa anadan başlayarak...

Gelmeye karar verirsen önerilerim de şunlar; mutlaka yanına kalın giysiler al. Uyku tulumu olmadan uyuman çok zor ya birinden bul benim gibi ya da paraya kıyıp al bir tane. Hem kapalı sıcak tutan bir ayakkabı almalısın hem de terlik gibi ferahlatacak bir şey. İmkanının var ise arabayla gelmeni öneririm, anlatılanlara bakma evet yol kötü ama Datça'daki büklerden ya da Yedigöller'den daha kötü değil. Yavaş yavaş gidersen sorun yok. Yoksa da araban sıkma canını, otobüsler Servisler çalışıyor nasılsa, sadece hesapta olmayan bekleme süreleri olabilir o kadar. Yemek işi sana kalmış nasıl istersen.

Unutma sevgili okuyan, bir orman gibi kardeşçesine yaşamak için doğa ana ile de buluşmak gerek...

24 Ağustos 2015 Pazartesi



BARIŞA SEVGİYE EVET


Bu kadar basit aslında,

Bu kadar kolay.

Dünyayı yaşanır kılan tek şey bu,

Koşulsuz olan tek şey.

Anlayışın kaynaği, varoluşun temeli bu.

Yaratılan her varlığa sevgiyle yaklaşıldığında gelecek barış.

Her varlık önce kendi içinde keşfedecek barışı,

Her varlık önce kendi kalbinde hissedecek sevgiyi.

Ben olmadan Biz olunmadığını göreceğiz, bunu da keşfedeceğiz.

Keşfedeceğiz ki, sevgiyle yaşamanın var olmanın tadına varabilelim.

Kesfedeceğiz ki,  karanlığı ışıkta yok edebilelim.

Keşfedeceğiz, nefretin öfkenin olmadığı tek yer sevgi.

Olan her şey kişinin kendi kıyamı aslında.

Ve aslında bu kadar basit

Bu kadar kolay

Gün gelecek anlayacağız...

23 Temmuz 2015 Perşembe


BEBEK


Bir ay kadar önce teyze olacağımı öğrenmiştim. Bu sabah ise beni teyze yapacak bebişin kalbinin atmadığını...

Henüz evden çıkmamıştım, çoğu sabah olduğu gibi evimin en sevdiğim yeri olan balkonda kahvaltımı yapıyordum Hayyam ile. Telefondaki üzgün ses verdi haberi. Telefonu kapadığımda kahvaltı artık bitmişti, devam etmeyi istemedi midem, kendiliğinden doydu.

Gelmemeye karar vermişti ufaklık. Başta annesi babası olmak üzere hepimizin heyecanla beklediği, isimler bulmaya çalıştığı bebiş gitti. “Herşey olması gereken zamanda ve şekilde olur” düsturumdur benim. O yüzden ölene, gidene, olmayana bu gözle bakarım. Olanın “olması gereken” olduğuna inanırım. Bu tarafından baktığımda, bu kadarlık enerji akışına ihtiyaç duyan o güzel ruhu selamlıyorum. Kardeşimle aralarındaki anlaşmaya sadık kalarak olması gerektiği kadar vücudunda kaldı, enerjilerini paylaştılar ve vakti geldiğinde gitti.

Belki karmasını tamamlayacak o kadarlık enerjiye ihtiyacı vardı, belki kardeşimin deneyiminin önemli bir parçası olmayı seçmişti, belki kardeşimin enerjisinin yükselmesi için o kadarlık bir akışa ihtiyacı vardı... Aralarındaki anlaşma her ne ise olmuştu bu sabah. Ruhları bunun bilincinde ve anlaşmanın yerine getirilmesinin sevincindedir ama insan tarafı acı çekiyor. Doğal olarak acı çekiyor, kucağına alamadığı bebeğinin ardından gözyaşı döküyor...

Her bir kayıp, acısının yanında öğreticidir aynı zamanda, öğretir. Sakinleşildiği ilk anda olanın ne anlatmaya çalıştığını duymak gerek ruh kulağı ile. Her olanın mutlak suretle bir sebepten kaynaklandığının farkındalığı ile görmek gerek... öfkenin, kızgınlığın, suçlu aramanın faydasızlığını bilerek olanı olduğu gibi kabul edip anlamak gerek. Her zaman söylendiği gibi yine hatırlatma fayda var, her ne yaşıyorsak kendimiz yaratıyoruz. Evet en kötüsünü de en iyisini de biz yaratıyoruz. O yüzden her daim yaydığımız enerjinin, dengede olup olamadığımızın farkında olmak gerek...

Abla olarak duygularıma gelince... . İlk heyecanı hayal kırıklığına dönüşen canımın içine, nasıl yardımcı olabilirim aslına bakarsan bilmiyorum... Bu durumda ne söylenebilir ki? Hangi kelime ya da cümle şifa olabilir? En iyisi zamana bırakmak.. yoksa ne söylenirse söylensin, ne yapılırsa yapılsın acı çekeceğini biliyorum... yasını yaşaması gerekecek, doğru olanı da bu, yaşamalı yasını hüznünü... İçi acıyan, üzülen, çok üzülen ablası olarak, onun yanında olmak istedim, elini tutmak, sıkı sıkı sarılmak istedim. Ablası olarak tek bildiğim, yanında olmak istediğim... onun iyi olduğunu bilme isteğim... Güldüğünde yüzünde kaybolan ışıl ışıl gözlerinin yeniden parladığını görme isteğim...


21 Temmuz 2015 Salı


İNSAN OLMAK


Spiritüel kitaplar okuyorum, hocalardan dersler alıyorum, ders kayıtları dinliyorum, evime gelenlere veya beni her yakaladığında birileri o an ki vakit kadar anlatmaya çalışıyorum, filmler izliyorum, notlar alıyorum, uygulamalarımı yapıyorum, her daim dengede olmaya dikkat ediyorum, tanıştığım sohbet ettiğim her bir insanın ruhunu duymaya çalışıyorum, hayvanlara, bitkilere ezcümle yaşama saygılı ve sevgi dolu hissediyorum... diyordum ki... dün ne kadar üzülebileceğimi ne kadar sessiz kalabileceğimi, sessiz bir öfke duyabileceğimi de gördüm...

Tanıdığım çok kişi var yaptıklarımı yapan, yapmaya çalışan veya daha fazlasını yapan, yapabilen. Bu kadar ruh iyilik ve dengeleri ile değişimi başlatabilir diyordum kendi kendime. Uzunca bir süredir ülkemde süregelen olayları iyilikle değiştirip, sevgiye dönüştürebilir diyordum...
Dün yaşadığım isyan mıydı, şaşkınlık mı tam olarak bilemiyorum. Zaten artık olan herşeyi tanımlamaktan hoşlanmadığımı da farkettim. İnsanları tanımlamak, şehirleri tanımlamak, yaşananları tanımlamak, geçmişi tanımlamak vs... Dedim ya bu tanımlama işinden hoşlanmıyorum. İnsan insan o kadar, şehir şehir o kadar, duygu duygu o kadar...

Sosyal medyayı seviyorum, bizzat içindeyim. Bir yandan insanlığı daha fazla umutsuzluğa, sevgisizliğe itecek paylaşımlardan uzak duruyor diğer yandan bunlardan kaçamıyorum. Toplumun bir parçası olan ben, toplumsal gelişmelerden uzak duramıyorum. Mümkün değil... hani bir köpeğe yapılan eziyeti anlatmıştım bir yazıda hatırlıyor musun? O görüntüleri ilk izlediğimde gözlerimin dolmasına engel olamamıştım ve o acıları yaşatan insan adına defalarca iyi dileklerimi göndermiştim o minik köpeciğe. Nefret etmenin, beddua etmenin, kinlenmenin hiçbir faydası olmadığını çok iyi biliyorum.

Şunu da itiraf edeyim, hayvanları öldüren, eziyet eden, karısını komşusunu öldüren, trafikte cinnet geçirip levyeyi kapan, ağaçları hiç acımadan kesen, hırslarına kapılıp tozu dumana katan, ölesiye dedikodu yapan, ben ben hep ben diye çığlıklar atan, dinlemeyen, anlamayan, anlamaya çalışmayan insanları anlamaya çalışmaktan da vazgeçtim. Bu benim işim değil, ne zekam ne ruhum ne de bedenim bu eziyete katlanmak istiyor. Farkettiğimde bunları varlıklarını kabul edip, şifalanmaları için olumlamalar yapıyor iyi dileklerimi gönderiyorum.

İşte bu yüzden her baktığım görüntüde veya okuduğum her yazıda acı çeken için, sessiz gibi görünüyorum.  Oysa Bütünün küçücük parçası olarak, yapabildiğimin en iyisini yapmaya çalışıyorum.

Elbette bunları yapan sadece ben değilim benim gibi binlerce kişi var. İnsanları ayrıştıracak, kin ve öfkeye sevk edecek paylaşımlardan uzak duran, iyi ve güzel haberleri bol bol paylaşan, olumlu enerjilerin yayılması çoğalması için çaba sarfeden epeyce güzel yürekli insan var... Dengeyi, merhameti, iyiliği anlatan, yaşayan, yaşatan çok sayıda güzel insan var. Umutlandıran, sakinleştiren güzel insanlar...

Ve ben bizlerin, ruhsallığın ucundan tutmuş veya dibine kadar içine girmiş bizlerin, ülkemde olan acıları değiştirip dönüştürebileceğine inandım. Bazen oluyor gibi... Düşünüyorum da, dünkü olay da bir uyanış mutlaka, birçok kişi, ölen yaralanan herkesin “önce insan” olduğu konusunda hem fikir. Bu bile aslında büyük gelişme. Eskiden bunlar pek dile gelmezdi, herkesin bir “ama”sı vardı. Acaba diyorum, insana insan, hayvana canlı, bitkiye can diye bakmak niye biz insanoğlu için bu kadar zor? Bu kadar mı uzaklaştık doğamızdan? Ne için bu kadar bencil olduk? Bu, küçük bir çocuğun kocaman güzel bir parkta sadece ben olacağım ben oynayacağım demesi gibi birşey. Bu dünya bu gezegen hepimizin herkesin. Birinin diğerine üstünlüğü yok ki...

Dün akşam ki sessiz öfkem belki de değişimin yavaş olduğunu düşündüğümden kaynaklanıyor. Evet bir uyanış, bir farketme hali, farkettiğini dile getirme hali var. Bu işin umut veren tarafı. Diğer yandan her yeni güne kayıplarla uyanmak sessiz öfkelere ve hatta belki isyana sebep olabiliyor.
Belki de böylesi zor zamanların dengesini kurmayı, o dengeyi korumayı öğretmeye çalışıyor yaşanılanlar. Bir Buda rahibi “Nirvana’ya giden yol zor ve aşılması güçtür” demiş öğrencisine. “sadece güneşli günlerde yürüyerek ulaşamazsın oraya, fırtınayı da görmen, deneyimlemen ve olana karşı kendini konumlayabilmen dengeni koruyabilmen gerekir” demiş.

Ne yapıp edip karanlık ve aydınlık dengesini önce kurmalı ardından karanlığı ışığa dönüştürebilmeliyiz.

Dokunabildiğimiz ulaşabildiğimiz her bir varlığa iyiliği, merhameti ve sevgiyi hatırlatabilmeliyiz.


İnsan olabilmenin, sadece insanca davranabilmenin bile buralardan geçtiğini anlatabilmeliyiz.

1 Temmuz 2015 Çarşamba


GÖKTE NE VARSA


Bugün dolunay ya... bugün Jüpiter Venüs’e kavuştu ya...  bi de Uranüs uzaktan uzaktan göz kırpıyor ya... Birçoğumuzda bi enerji patlaması sorma gitsin. Boşuna dememiş kadim bilgeler “gökte ne varsa yeryüzünde de aynısı olur” diye.

Astrologlar böylesi zamanlar için tüm kapılar açılır diyor, isteyin olsun, ol de olsun diyorlar. Öyle güçlü enerjiler dolaşıyor anlayacağın. Şimdi bunu okuduğunda ya dudak büküyorsun hadi canım diye ya da hadi ya olur mu olur diyorsun. Ve o anda da seçimini yapıyorsun zaten. Her daim olduğu gibi.
Bir yandan bulunduğu alanının dışına çıkmak istemeyen insanoğlu diğer yandan onu da isterim bunu da isterim diye tutturmuş gidiyor. Her seçim bir vazgeçiş olduğuna göre, olmasını istediğin şeylerin yaşamına girmesiyle birlikte ödeyeceğin bedele de hazır mısın? Ki bu bedel lafı korkutmasın seni, bedel her zaman kan revan içinde kalmak demek değildir, öğrendiklerini yaşama aktarmaktır çoğu kez.

Dediğim gibi her seçim bir vazgeçiştir, yeni seçiminle birlikte bıraktıklarını gönül rahatlığı ile, görevlerini yerine getirdiklerinin ve artık bırakman gerektiğinin anlayışı ve kavrayışı ile bırakabilecek misin? Dur hemen her ilişkini, işini, aileni vs. hayatında olan herşeyi bu gözle inceleme. İncelemen gerekenler zaten gündemindedir, ötesine geçmene gerek yok.

Bugün bir arkadaşım “zorunlu olduğum için çalışıyorum” dedi, son derece mutsuz bir ifade ile. “e o halde, mutlu olma olasılığın olan yeni işini bulmak için neler yapıyorsun” dedim. Cevap hiçbirşey idi. Bahsettiğim konforlu alan bu işte. Mevcut işi epey uzun zamandır çalıştığı bir yer, nerden ne geleceğini az çok kestirebiliyor, sosyal hakları, çalışma düzeni belli. İşte konfor alanı bu bilinirlilik. Yeni iş, hem mutlu olma olasılığını barındırıyor hem de yeni gelebilecek golleri. E denemeden nereden bileceksin. Montaigine “nereye gideceğini bilmeyen gemiye hiçbir rüzgar yardım edemez” demiş, e doğru da demiş hani. Arkadaşımın durumu özetle budur, mutsuzum zorunluluktan çalışıyorum. Eee bunun değişmesi için ne yapıyorsun demezler mi adama?

Bir diğer örnek anlatayım sana. Bahsedeceğim kişiyi neredeyse otuz yıldır tanıyorum, . Yaşım ilerleyipte onunla ilişkiler konusunda konuşabilecek hale geldiğime karar verdiğinden beri eşinden şikayet eder, huysuzluğundan, ilgisizliğinden, özensizliğinden, aldatmasından, artık dayanamayacağından ama çocukları için dayandığından vs... Neden kendine yeni bir yaşam kurmayı denemiyorsun neden kendine sevme sevilme şansı vermiyorsun dediğimde e çocuklar için diyor e bu yaştan sonra ne yapayım diyor. Benim nazarımda söylenenlerin tamamı kendini ikna etmek için söylediği içi bomboş sözler. O da konfor alanından ayrılmak istemiyor özünde, şikayet ettiği herşey bildiği şeyler, süpriz yok, bi şekilde bir dil de tutturmuşlar aralarında, saygıdan sevgiden vazgeçerek sürdürüp gidiyorlar evliliklerini. Ama iş şikayet etmeye gelince en çok bu insanların sesini duyarsın sürekli anlatan ama harekete geçmeyen.

Senin de vardır çevrende bu örneklerden. Belki de bizzat sen yaşıyorsundur bu ve benzeri hikayeleri.

Ya sevip söyleyemeyenler, aşklarını itiraf edemeyenler? Bekleyip duranlar, neyi beklediklerini bilmeden? Hani bir reklam var ya “ seviyorsan ara bence” diyor. Aynen katılıyorum, ara elbette. Ne kaybedersin ki arayarak, sorarak, onu sevdiğini söyleyerek? En fazla sana o hissi duymuyordur.. e ne olur ki duymuyorsa en azından olmayacağını bilirsin, hayatına yeni alanlar açabilirsin. Biliyorsun artık, boşluk olmayınca yenisi gelmiyor.

Bugün dolunay ya... bugün Jüpiter Venüs’e kavuştu ya...  bi de Uranüs uzaktan uzaktan göz kırpıyor ya... hadi kendine bir iyilik yap ve kendine zaman ayır. Hayatında neler değişmeli, neler devam etmeli, nereleri iyileştirmelisin bir bak. Hiç değilse enerjisi yüksek bugünde yap, geçmişse zaman okuduğun andır doğru olan, okuduğun zaman yap.


Unutma yaşadığın hayatı sen yaratıyorsun. Özlemlerinde, hüzünlerinde, sevgilerinde senin yansıman. 

9 Haziran 2015 Salı



GERÇEKTE ARADIĞIN?


- Sana bir haberim var
- Evet?
- Altı aydır biriyle beraberim.
- Heyecanlı değil gibisin, doğru mu anlıyorum?
- Değilim, aşık da değilim, birlikteyiz işte
- Nasıl hissediyorsun onun yanında?
- Kendim gibi... olduğum gibi...
- Bu sence iyi değil mi? Düşünsene kaç kişinin yanında kendimiz olabiliyoruz?
- İyi elbette, beni çok önemsiyor, el üstünde tutuyor, gerçekten sevildiğimi dibine kadar hissettiriyor
- Ama?
- Ama yeterli değil. Yetmiyor...
- Peki, ona karşı ne hissediyorsun?
- Dediğim gibi aşık değilim, seviyorum onu... Mesela özleyeceğimi hiç düşünmezdim, iki gündür ayrıyız ve çok özledim onu şimdiden...
- Onunla birlikte olduğun süre içinde hiç hasta oldun mu?
- Evet, hatta yatmam gerekti bir hafta işe falan da gidemedim.
- O ne yaptı, sen hasta iken?
- Yanımdan hiç ayrılmadı, ilaçlarımı bile o takip ediyordu, gece uyandığımda ateşimi ölçerken yakalıyordum onu.
- İşinde, ailende herhangi bir sıkıntı yaşadığında, kendini kötü hissettiğinde ne yapıyor, nasıl davranıyor?
- Konuşuyoruz, anlatıyorum dinliyor, biz zaten sürekli konuşuruz, o anlatır ben anlatırım hep anlatacak birşeyler buluyoruz.
- Bir ilişkiden ne beklersin? Neleri yaşarsan kendini iyi hissedersin?
- Bilmiyorum... yani tamam seviyor, ilgileniyor.. da...
- Evet?
- Ben yanımda güçlü bir adam istiyorum.
-  Güç derken tam olarak ne demek istiyorsun? Kimdir güçlü adam?
- Güçlü işte, üniversite mezunu, sözü dinlenen, çok iyi bir kariyeri olan, işi olan, parası olan
- Bunlara neden ihtiyaç duyuyorsun?
- Ben ihtiyaç duymuyorum, böyle birini yanımda istiyorum diyorum.
- Neden yanında böyle birinin varlığına ihtiyaç duyuyorsun?
- Çünkü mantıklı bir insanım, her zaman mantığımı dinledim. Öyle duygulara aşka falan da inanmıyorum. Sevgilim, yüksek okul mezunu ben üniversite mezunuyum. Benim kazandığımın yarısını kazanıyor. Mantığım olmaz diyor, bunun için mi bekledin diyor... Ve ben çok mantıklı akıllı biriyim. En az kendi standartlarımda birini istiyorum.
- Hiç düşündün mü? Bu gerçekten senin mantığının isteği mi? Sen gerçekten bunu mu tercih ediyorsun?
- Nasıl yani?
- Bazen bizim isteğimiz olduğunu sandığımız şeyler aslında bize öğretilenlerdir, ailemizden arkadaşlarımızdan öğretmenlerimizden öğrendiklerimizdir. Bu öğrendiklerimizi o kadar bizim sanarız ki, gerçekten ne istediğimizi unuturuz. Ve aslında başkalarının doğrularını isteklerini arar dururuz.
- Olabilir... Bilmiyorum... Ama sonuçta içime sinmiyor. Bence bu benim isteğim... En az kendi standartlarımda olmalı yanımdaki...
- Bu düşüncelerini onunla paylaştın mı? Biliyor mu onun hakkındaki fikrini?
- Söylersem yıkılır, çok kötü olur... O yüzden arayı soğutup, uzak davranıp kendiliğinden bitmesini bekleyeceğim.
- Vayyy egoya bak, demek sen standartlarıma uymuyorsun dediğinde yıkılacağını hayata küseceğini düşünüyorsun.
- evet evet hem bunun egoyla ne ilgisi var, üzülmesin diye yapıyorum ben bunu.
- Bunu sana yaptıran egon, sana muhtaç olduğunu sanıyorsun. Oysa bizler hiçbirşeye muhtaç değiliz, üzülürüz kırılırız ağlarız ve geçer. Geçer... o kadar... Ona karşı dürüst de değilsin, o bir ilişki yaşadığını zannederken sen ayrılmanın planlarını yapıyorsun. Sence başucunda ilaçlarını veren, seni dinleyen, önemseyen, seven birine bunu yapmalı mısın? Hakkını yemiyor musun onun?
- Hiç böyle düşünmemiştim, ben sadece onu korumaya çalışıyordum
- Koruduğun kendin olmayasın?

Bu gerçek bir sohbetten aktardığım diyologlardır. Birkaç yerini sohbetini paylaşan kişiye saygımdan değiştirdim, onun izniyle yazıyorum ama konunun özü buydu.

Bir ilişkiyi neden isteriz? Ne olursa gerçekten kendimizi tam ve bütün hissederiz? İhtiyaçlarımızı karşılamak için mi istiyoruz sevgiliyi yoksa bir olmak için mi?

Mutluluk nedir? Neler gerçekleştiğinde mutluyum deriz? Neler olursa kendimizi güvende hissederiz? Başkalarının hayallerinin peşinde mi koşuyoruz? Kendi dünyamızı yaratmaktan neden bu kadar uzağız? Hayal kuracak yaratıcılığımıza ne oldu?


Sahi hiç düşündün mü, neden yaşıyorsun yaşadığın ilişkiyi? Ya da yoksa bir ilişkin ve arıyorsan, gerçekte nedir aradığın?

1 Haziran 2015 Pazartesi


DOLUNAY


2 Haziran 2015 dolunay imiş. Geçmiş zamanın anlaşmalarının ve alışkanlıklarının yeniden gözden geçirileceği bu günde sırlar gizler de ortaya dökülecekmiş.

Neden alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı olduğunu düşündün mü? Bugün mesela aşk gönül ilişkilerinden bahsetmek istiyorum sana. Bunu konuşalım istiyorum seninle. Aşk mı sevgi mi yoksa sadece alışkanlık mı?

Mesela geçmişte yaşadığın ilişkilerini düşünsen, bugünden o günlere baksan neyi farklı yapardın sence? Ve bugün eline bir fırsat geçse ve yeni yepyeni bir ilişkin olsa neleri farklı yapardın? Ve yapabiliyor musun gerçekten?

İsteklerini, arzularını, beklentilerini söyleme zamanın gelmiştir belki. Belki artık sen ve ben olmaktan çıkıp biz olmaya doğru yol alma vaktidir. Bir olma vaktidir. Söylemekten korkuyorsan eğer hissettiklerini, kaybetmekten korktuğun yalnız kalma olasılığı mı yoksa alışkanlığından vazgeçmek mi?

Yalnız kalmaktan niye korkar insanoğlu? Yalnızlık Allah’a mahsus olduğu için mi? Tutacak bir el bulamama olasılığı mı? Sıcacık bir el, sevecen bir yüz, seninle olduğunu bildiğin bir kalp elbette muhteşem peki ya yoksa? Sadece şu an yoksa? Bu hep olmayacağı anlamına gelir mi? Neden korkar insanoğlu yoldaşını, yol arkadaşını bulamayacağından? Bu kadar zor mudur ve hatta imkansız mıdır gerçekten?

Hani bazı insanlara nedensiz aniden ısınıveririz ya... hani hep tanıyormuşuz gibi gelir ve hatta saçlarını okşamak gelir içinden... yüzüne dokunmak ve gözlerine bakmak uzun uzun... nedenmiş biliyor musun? Ruhlar birbirini titreşimlerinden tanırmış. Önceki yolculuklarından yol arkadaşlıklarından bilirlermiş birbirlerini, titreşimleriyle ben senim sen bensin derlermiş, biriz derlemiş. Ama bu ayrılık, bu ikilik dünyasında ben sen değilim dermiş zihin, yoluna devam edermiş yol arkadaşını almadan yanına. O titreşimde kalırmış orada öylece, öksüz, kimsesiz...Sonra da yine bu ikilik dünyasındaki insanoğlu arar dururmuş ruh eşini... Ve insanoğlu insankızı bunu tekrar tekrar yaparmış...

2 Haziran 2015 dolunay imiş. Geçmiş zamanın anlaşmalarının ve alışkanlıklarının yeniden gözden geçirileceği bu günde sırlar gizler de ortaya dökülecekmiş...

Geçmiş zaman anlaşmalarını alışkanlıklarını bir tarafa bırakmak lazım o zaman. Artık ne istediğinin, neyi beklediğinin adını koymak lazım demek ki. Geçmiş anlaşmalar, bugününe uymuyorsa ve seni mutlu etmiyorsa başka farklı yeni anlaşmalara bakmak lazım demek ki. Sırf yalnız kalacağım korkusuyla kendi gerçeğinden kaçmaman gerekiyor demek ki.

Amannn oluru bu işte, du bakalım kervan yolda dizilir diye de bekleme, sen isteklerini söyle, neyi ne için istediğini bil, kervan dizilirse dizilsin yine. Kendini biliyorsan ne istediğini biliyorsan sana neyin uymayacağını da bilirsin. Karşındaki kaç beden küçük veya kaç beden büyük bilirsin. Ruh ruha denk mi bilirsin, o gelen güzelim titreşimi farkedersin.

Hatırlar mısın sevgi nedir diyordu Cengiz Aytmatov. Sahi, sevgi nedir? Nedir sevgi sence? Düşün, iyice bir düşün... Sevgiye bulduğun karşılığı vermiyorsa yanındaki, bir daha düşün... Bu dolunay bazı şeyleri gözden geçirmek için uygun zaman değil mi? Hazır almışken göklerin bilgeliğini yanına bi daha düşün bakalım, sevgi nedir?


2 Haziran 2015 dolunay imiş. Geçmiş zamanın anlaşmalarının ve alışkanlıklarının yeniden gözden geçirileceği bu günde sırlar gizler de ortaya dökülecekmiş...

ŞİMDİ


Bir gülüş kadar yakınsın
Ya da bir gülüş kadar uzak...

Çemberin içindesin belki
Belki de hep dışında
Belki de çok daha öncesinden...
Belki çok daha ötesinde...

Geçmiş gelecek hep bir
Hep bir şimdi de
O şimdi de her şey...
Bir gülüş kadar yakın

Ya da bir gülüş kadar uzak...


24 Mayıs 2015 Pazar


GÖLGELER


Birkaç zamandır yokluyor, iyileştim mi yoksa bastırdım mı, unuttum mu görmek istiyor. Üç hafta içinde iki kez yoklaması... ben burdayım diyor hala... ilkinde pek umursamadım ama ikincisinde, dur bakalım dedim, ne oldu da geldin yine?

Kendileriyle ilk tanışmam 2002 ye kadar gider. Kanser sonrası hem de iki üç yıl sonrası ortaya çıktığında ne alaka demiştim. Hayatımın en iyi dönemlerinden birindeydim. İlk acile “nefes alamıyorum, kalbim deli gibi çarpıyor” diyerek gittiğimde, hemen gerekli müdahale yapılmıştı... aylar süren tetkiklerden, doktor doktor dolaşmalardan sonra sorunun fiziksel olmadığı söylendiğinde kabul etmemiştim. En son oldukça yaşlı ve sevecen prof. hoca “kızım direnme ve kabul et, sen fiziksel olarak çok sağlıklısın, bu yaşadığının adı panik atak ve sebebi tamamen psikolojiktir, duygu durum bozukluğudur”. Ağlayarak çıkmıştım, babam şaşırmış ve neden bu kadar tepki veriyorsun demişti. Antideprasan kullanmam ben baba, kullanmam iyiyim ben, terapiye falan da gitmem demiştim hırsla. Heyhat! Hayat öyle güzel bir öğretmen ki bana terapiyi de gösterdi, antideprasan ilaç kullanımını da. Bugün bakıyorum da ne egoymuş benim ki. Egomun varlığını “güçlüyüm ben” ile tanımladığım zamanlara dair bunlar.

Aslında kanser iken yapmam gerekenleri gecikmeli olarak yaptım. Ben erteledikçe duygularımı, bastırdıkça meğer onlar çok daha güçlenmişler. O zaman öğrendim ki acın varsa yaşayacaksın, üzülmesin kimse diye üzülmemezlik yapmayacaksın, beni sevenler acımasın diye gözyaşlarını içine akıtmayacaksın, aksine böğüre böğüre ağlayacaksın, sararan rengini boyalara boğmayacaksın, giden parçanın ardından yas tutmak istiyorsan tutacaksın. Yokmuş gibi davranmak aslında kendimize yaptığımız ihanet. Var olan şeyi nasıl yok sayarsın? Onu gülümsemelerle, yalancı sevinçlerle yok edemezsin. Aksine önce varlığını kabul edeceksin, bu duygularınında sana ait olduğunu bileceksin, çoğu kaynak bunlara “gölge taraf” diyor, ki benim için de uygun bir söylem. Gölge tarafların olduğunu bileceksin, kabul edeceksin ve yaşayacaksın da... içinden gelip geçmelerine izin vereceksin gölgelerinin. Esiri olmayacaksın, sadece varlıklarını bileceksin. Yok edilemeyeceğinin bilinci ile dönüştürmeyi deneyeceksin. Hiç bir şey yok olmuyor bu alemde, sadece değişiyor, dönüşüyor, ama öz hep orada. 

Hayat bazen tekrarlar ile gösteriyor kendini. Bak diyor hallettim ben bu konuyu diyordun ya halletmedin hala orada duruyor, kandırma kendini ve gel adam gibi yüzleş şununla. Çözmediğin ve gelişimine ilerlemene engel olan her durum, farklı olay ya da kişilerle yine girer hayatına.
Benim de kanserden geriye kalan ve hala şifalandırmaya çalıştığım tek şey bedenimin yeniden hastalanma olasılığı. Panik atağa sebep olan korku. İkincisi gelir gibi olduğunda yine nefes alışverişlerim sıklaşıp kalbimin ritmi artmaya başladığında önce durdum. Kalabalık bir masada, muhteşem manzaralı yeşillikler içinde bir yerdeydim. Herkes kendini kaptırmıştı sohbete... Tüm konuşulanlara, masadaki herkese kulaklarımı tıkayıp sadece kendime odaklandım. Nefeslerimi farkında olarak ağır ve derin alıp verdim. Zaten birkaç dakikadan sonra çok daha iyi hissediyordum. Kendimi güvenli ve sağlıklı bir bedende hayal ettim, ışıl ışıl parladığımı sağlıkla kutsandığımı... Ne kadar kaldım o halde bilmiyorum.  Arkadaşımın dürtmesiyle kendime geldim. Nefesim de kalbimde normal seyrinde idi.

Yine yaşadıklarımdan ve yaptığım çalışmalardan tecrübe ile söylüyorum ki sadece olumlama yapmak yetmiyor. Evet olumlamalar etkilidir ve sürekli yapıldığında dönüştürme gücü vardır. Ancak benim gibi travmatik bir şey yaşadıysan ve yaşarken üstünü örtmüşsen sadece olumlama yapmak yetmiyor. Bu tıpkı verimsiz bir toprağın üzerine bir kat iyi toprak atıp bol mahsül vermesini beklemek gibi. Oysa önce o verimsiz toprağın çapalanması, ayrık otlarından, taşlarından temizlenmesi gerekiyor. Sulama ile toprağın havalanması ve zamanla kabarması gerekiyor ki, ekeceğin tohuma yuva olabilsin.

Yaşadığın herşeyin farkında olarak yaşamalısın, öğrenmek ve hatta yeniden hatırlamak için geldin bu dünyaya. Öğrenme süreci sadece gülerek gerçekleşmiyor, bazen ağlaman bazen üzülmen bazen öfkelenmen bazen kızman kırılman gerekebilir. Bu duygularını gör kabul et ve yaşa, sana hakim olmasına izin verme, bu halin sürekli halin olmasına izin verme. Çok özel bir anlam da yükleme, onlar da senin bir parçan o kadar. Onları baskılamaya, yokmuş gibi davranmaya çalışma, üstünü örtme. Yaşaman gereken zamanda yaşa ki sonra çok daha ağır şekliyle çıkmasın karşına. Çıkarsa da yine endişelenme, alttaki kuru toprağı anlamaya çalış, ki biliyorsun zaten çoğu kez. O her ne ise yüzleş korkunla, barış, kabul et.

Korkular farkında olarak ya da olmayarak hayatımızın kontrolünü eline alabilir. Unutma, her bir korku sonradan öğrenilmiştir, aslında senin doğanda korku yok, insanoğlunun bilerek doğduğu tek duygu sevgidir. Diğerlerinin hepsini sonradan öğreniriz. Hatta öğrendiğimizi sandığımız çoğu korku, endişe bize bile ait değildir.

Yaşadıkların hissettiklerinle hasar aldığın tarafların, iyileşmek için karşına buna uygun insanları veya olayları getirir. Bu yüzden yaşamına giren hiç kimseye kızma, onlar senin rehberin, öğretmenin. Senin iyileştirmen şifalandırman gereken yanlarını göstermek için giriyorlar hayatına. Hele tekrar tekrar yaşadığın hikayeler var ise mutlaka dönüp bakmalısın bunlara. Aksi takdirde bu kısır döngü böylece sürüp gider...

Gerçekten barıştın mı diye sağlamasını yapmaya gelebilirler. Hiç telaşlanma, sadece sakin ol ve odaklan. Kendi içine, içindeki sonsuz güce, o muhteşem varlığa odaklan. Hiçbir zaman hastalanmayan, sonsuz olan muhteşem parçana güven. Kendine güven, yaradılışına güven. Ben bu şekliyle dönebildim normal hayatıma. Sen de eminim çok daha başka çok daha etkili başka yöntemler bulabilirsin.

Hep diyoruz ya, yol tek değil, herkesin yolu kendine özeldir diye...


Kendi pırıltılı yolunun keşfine hazır mısın?

13 Nisan 2015 Pazartesi


NEFES


Doğduğunda aldığın ilk nefes ile merhaba dedin Dünya’ya. O soluk ve günde ortalama 22.000 kez alıp verdiğin nefes senin en yaşamsal fonksiyonun. Susuz dayanabilirsin, aç kalabilirsin, evsiz yaşayabilirsin, aşksız olabilirsin ama nefessiz sadece bir kaç dakika varlığını sürdürebilirsin.
Peki böylesine önemli ise nefes, kendi nefesini nasıl alıp verdiğini hiç dikkatlice inceledin mi? Öfkelendiğinde nefesin sıklaşıyor mu? Ya koktuğunda? Peki ya mutluluktan bayılacak gibi olduğunda? Ağladığında, üzüldüğünde? Gel en iyisi en baştan başlayalım...

Hepimiz doğduğumuzda doğru nefes alırız yani uzun, derin ve sağlıklı nefesler alıp veririz. Hem Akciğer nefesini hem de diyafram nefesini mükemmel alıyorduk doğduğumuzda. Bebeklere baktığında düzenli bir şekilde göbeklerinin inip kalktığını görürsün. Yetişkinlere baktığında ise omuzların kalkıp indiğini görürsün çoklukla. Doğru nefesle doğan bizlerin, korkuyla tanıştıkça nefes düzeni bozulur. Ve korkular arttıkça, korkular büyüdükçe nefes her geçen gün daha kısa daha sığ yani sağlıksız olur.

Bu öyle bir döngü ki tüm yaşam kalitemizi etkiler. Doğru nefes alamadıkça, hücrelere yeterince oksijen gitmez, oksijen ile beslenemeyen hücrelerin savaşma gücü azalır, bağışıklık sistemi zayıflar. Çabuk yorulursun. Kanserli hücrelerin bir tek oksijeni bol ortamlarda yaşayamadığını biliyor musun?
Duygusal yaşamda da nefes çok önemlidir. Ben sakin bir insanım deyip sık ve sığ nefesler alıp veriyor isen sürekli bir stresin ve anksiyeten var demektir.

Diyafram nefesi kullanarak gözlük bırakan insanların olduğunu söylesem? Hani deriz ya beynimizin yüzde onunu kullanıyoruz diye nefes kapasitemizin de en fazla yüzde yirmi veya otuzunu kullanıyoruz. Hatta yine yapılan araştırmalar, doğru nefes çalışması ile birlikte IQ nun yüzde yirmiye kadar arttırılabileceğini söylüyor. Yani doğru nefes ile beyin hücreleri daha aktif hale getirilebiliyor, inanılmaz değil mi? Zaten aldığın her nefesin ortalama %25 ini beynin kullanıyor. Hatta su altında nefes tutma egzersizleri yapanlar, beyne giden damarların genişlediğini ve bunun konsantrasyonu arttırdığını görmüşler.

Geçmişten günümüze bütün inanç sistemlerinde nefesin önemi belirtilir.Çünkü nefes çalışması ile enerjik halden dingin hale geçmek veya tersi mümkündür.

Başka bir istatistik vereyim sana, Dünya Sağlık Örgütü erkeklerin dakikada 14 kadınların ise dakikada 12 nefes almasını sağlıklı buluyor. Dünya ortalamasında ise bu sayı 17. Şimdi kendine küçük bir test yap, al eline saati ve her zaman ki düzeninde bir dakika boyunca alıp verdiğin nefesi say. Her alıp verdiğin nefesi 1 olarak say. Bir dakikanın sonunda, aldığın nefes 14 veya 15 in üstü ise kendine ait ilgilenmen gereken bir konun oldu demektir.

Eğer ortalamanın üstünde isek ne yapmalıyız? Yine bebeklerden devam edelim; bebekler daha az sayıda ve daha kaliteli nefes alıp verirken, biz neden daha çok sayıda ve daha kalitesiz nefes alıp veriyoruz? En büyük sebebi yukarıda da söylediğim gibi korkudur. Korktuğumuz her an bizleri bloke eder. Duygusal anlamda ne kadar sağlıklı olduğumuzu da nefes alış verişimizden anlayabiliriz.

Nefes derinliği de çok önemlidir. Çoğumuz sığ nefesler alırız. Peki derinlemesine geniş kapasiteli nefes nasıl alınır? Diyafram yardımı ile. Diyafram ciğer böbrek dalak gibi bir organ değildir. Diyafram bir kastır. Göğüs boşluğunu karın boşluğundan ayıran kastır, zaten bunun için diğer adı da karın kasıdır. Akciğerler diyafram kası kullanıldığında en yüksek seviyesine çıkar ki bu da 2500-3000 cc ye tekabül eder.  Sadece üst lobu kullandığımızda ise bu miktar 500-750 cc dir.

O halde öncelikle diyafram kasını güçlendirmeliyiz. Nasıl ki koşarak bacak kaslarımızı, ağırlıkla kol kaslarımızı güçlendiriyoruz, çalışarak diyaframı da güçlendirebiliriz. Bunun için her gün kendine 10 dakika kadar ayırman yeterlidir, hatta başta 5 dakika bile olur. Karın kasını şişirerek ağır nefes alıp yine ağır bir şekilde vermek. Evet tüm yapacağın şey bu. Burundan ağır ağır diyaframının yardımıyla derin nefesler alıp ağır ağır yine burundan o nefesi vermek. Unutma, nefes daima burundan alınır ve burundan verilir. Ağızdan nefes alıp vermek seni enfeksiyonlara açık hale getirir.

Bir ay sonra tekrar ölç nefesini yine 14 ün üstü çıkacak mı bak bakalım. O bir ayda hayata bakışında, duygusal farkındalığında nelerin değiştiğini görmeye çalış. Sen de neler değişti, yaşamında olanların sana karşı olan davranışlarında neler değişti, bunları yakalamaya odaklan.

Ben eminim ki çok şeyin farklılaştığını göreceksin sadece 5-10 dakika ile sadece bir ayda. Kendine emek vermeden, kendine yatırım yapmadan olmuyor gördüğün üzere.  


Hadi şu andan itibaren daha hem fiziksel hem duygusal yönden, daha sağlıklı bir yaşama merhaba demeye ne dersin?

15 Şubat 2015 Pazar



HER CAN KUTSAL MIDIR?


Dün akşam Marley & Me adlı filmi izledim. Günüm yorucu geçmişti ve beni yormayacak mırıl mırıl kedi kıvamında izleyeceğim bir film seçmiştim kendimce. Çok özel bir konusu yoktu aslına bakarsan, klasik bir amerikan çifti birbirlerine aşık olurlar, evlenirler, önce bir köpek evlat edinirler, sonra kendi çocukları olur, inişler çıkışlar yaşanır hem iş hem özel ilişkilerinde, sonunda anlarlar ve mutlu olurlar. Bu mutluluğu bozan tek şey artık çok yaşlanmış olan Marley’in ölümüdür. Uyutmak zorunda kalırlar. Gözyaşlarım Marley’in ilk kayboluşuyla başladı. Öleceğini hisseden Marley, evden kaçar, şiddetli yağmur altında bir ağacın dibinde bulurlar ve kiliniğe götürerek tedavi olmasını sağlar aile. Burada ağlamaya başlayan ben Marley’in gömülmesi ile birlikte bıraktım kendimi.

Bu iyi ve mutlu bir hikaye idi, Marley aileye katıldığında iki aylıktı, çok yaramaz olmasına rağmen, evde bulduğu herşeyi kemirmesine, yemesine rağmen, hiç söz dinlememesine rağmen çok sevildi, öldüğü güne kadar çok sevildiğini ve özel olduğunu bildi.

Bu filmin ardından feysbuk’a girdiğimde Istanbul’da evinden kaçan bir köpeğe köprü altında defalarca tecavüz edildiğini, kafasına sert ve kesici bir cisimle vurulduğu için paramparça olduğunu okudum. Fotoğrafı vardı, içim yandı. Dövüştürülen kan revan içinde kalan köpekleri, boğaları, develeri ve diğerlerini gördüğümde içim yanıyor. Katledilen yunusları, köpekbalıklarını, balinaları gördüğümde içim yanıyor. Ve her defasında inanmaz bir şekilde sorarken yakalıyorum kendimi “bu nasıl bir egodur?” “Bu nasıl bir egodur ki tüm dünyanın sahibi kendi zanneder insanoğlu?”

Gezegeni yaşanmaz hale getiren, bitmeyen hırslarının peşinde doğayı katleden, üzerinde yaşayan varlıklara, canlara hiç merhamet göstermeyen insan özel bir tür öyle mi? Hiç sanmam. İnsanoğlunun ve insankızının önce şunu anlaması gerek, bu dünya sana ait değil, sadece misafirsin her varlık gibi, geleceksin ve gideceksin. Yaşadığın sürece, çevrendeki her canlıya en az kendine gösterdiğin saygıyı gösterecek, en az kendini önemsediğin kadar önemseyeceksin. Her can kutsaldır en az senin canın kadar kutsal.

Sokakta gördüğün herhangi bir hayvanın gözlerine bakmanı öneririm. Sadece gözlerine bak, izin verdiği kadar uzun bir süre bak. O gözlerde acıyı korkuyu endişeyi göreceğine iddiaya girerim. Ve o gördüğün her duygunun sebebiyiz. Aslında o hayvanların tamamı merhametini, vicdanını, sevgini, saygını görebilmen için bir fırsat. Başkasına değil kendine olan sevgiyi, saygıyı, merhameti, vicdanı göreceğin muhteşem bir fırsat. Çünkü hepimiz kendi yarattığımız gerçekliği yaşıyoruz. Karşımıza çıkan her kişi her olay bizdeki yansımadır. O hayvana eziyet eden sen, sendeki hangi tarafını cezalandırıyorsun? O hayvana yaşam hakkı tanımayan sen, kendi yaşamının hakkına ne kadar sahipsin?

Kendinden daha zayıf gördüğü varlık karşısında gücünü işkence ile eziyet ile gösteren insan buna neden ihtiyaç duyar? Her insanın içinde gölge tarafları vardır. Her insan iyi olmak kadar kötü olma potansiyeline de sahiptir. Bunun bilinciyle düşünmeye davet ediyorum seni. Herşey olma potansiyeli var iken neden kötü olan tarafı seçeriz ve bunu besler büyütürüz?

Yaşlı Kızılderili reisi ve torunu kulübelerinin önünde oturmuşlar, az ötede birbirleriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. 

Köpeklerden biri beyaz, öteki siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendisini bildiğinden bu yana o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Dedesinin sürekli gözününde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin neden ikinci köpeğe gereksinim duyduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. 

Torununun bu yöndeki sorusunu, yaşlı reis bilgece bir gülümsemeyle yanıtladı:
"Onlar benim için iki simgedir yavrum." dedi; "Biri iyiliğin, öteki kötülüğün simgesidir. Aynen bu köpekler gibi, iyilik ve kötülük de içimizde sürekli bir savaş içindedir. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için sürekli yanımda tutarım onları." 

Çocuk sözün burasına bir nokta koydu; 
"Onların arasında bir savaş varsa, kazananı, kaybedeni de olmalı" dedi; yeniden sordu: "Dede, sence hangisi kazanıyor bu savaşı?"
Reis, şu yanıtı verdi:
"Ben, hangisini daha çok beslersem, savaşı o kazanır."


Sevgili okur, sen hangisini besliyorsun?

GİTME Bİ YERE Tanıştığımızda yazın ilk ayıydı. Küçük bir odada kalorifer peteğinin önünde masmavi bakıyordun bana.         ...