BÖLÜM 2 EKOFEST (Ekolojik Festivali takdimimdir)
O ilk açlık krizi geçipte kendime geldiğimde, kızlar da
geldi. Kuzen’e elim belimde ilk sorum “etrafta kaç tane turkuaz renkli çadır
var Demetcim?” . “ Ya anlamadım aynı şeyi Hasan da söyledi, sizden birkaç saat önce
geldi o da, çok aramış bizim çadırı”. Bi de bize şaşırıyor çadırı bulamadık
diye. Neymiş efendim diğer çadırlar tamamen turkuazmış bizimkinin tepesi
turkuazmış. Özür diledik tabi hemen ağaçların arasında tepesi görünmeyen turkuaz
çadırı göremediğimiz için. Kuzen kendini affettirecek kolumun da zayıf olduğunu
biliyor ya hemen aldı çantayı çadıra doğru götürmeye başladı. Hiç kımıldamadım
olduğum yerde, o kadar iyi hissediyordum ki o yeşil deryanın içine bıraktım kendimi...
O ana bıraktım, o anda kalmaya özen göstererek.
Benim alan, zaman, uzaklık vs. ölçü birimi tahmin etme şeklim korkunçtur. 100 metre derim 1 kilometre çıkar, 10 dakika derim yarım saat olur. O yüzden festival alanının ne kadar büyüklükte olduğunu maalesef söyleyemeyeceğim sana. Ben anlatacağım sen tahmin edeceksin artık sevgili okuyan.
Benim alan, zaman, uzaklık vs. ölçü birimi tahmin etme şeklim korkunçtur. 100 metre derim 1 kilometre çıkar, 10 dakika derim yarım saat olur. O yüzden festival alanının ne kadar büyüklükte olduğunu maalesef söyleyemeyeceğim sana. Ben anlatacağım sen tahmin edeceksin artık sevgili okuyan.
Alanda 100 den fazla çadır vardı, çoğu iki kişilik
bazıları daha büyük. Su dolum tesisi binası, gönüllülerin yemeklerini yapıldığı
eşyalarının olduğu bir tane baraka gibi yapı, bir konser alanı, iki büyük ateş
alanı ve dört tuvalet ve bir ya da iki duşun olduğu yine ahşap baraka gibi bir
yapı daha. Alan düzdü, dümdüz bir ova gibi, her yer güneşin sararttığı çalı
çırpı ile doluydu ve inan bana orada parmak arası terlik dolaşmak ciddi bir
işti. Festival alanının dört bir yanı ise çoğunlukla yıllanmış, ara ara ise daha
genç ağaçların olduğu dağlarla çevriliydi. Yani gözlerini nereye çevirsen ilk
gördüğün yemyeşil bir dünyaydı. Huzur veren, içindekini dinle diyen, benimle
buluş diyen o güzelim yeşil...
Alanın hemen yanından nereden başladığını ve nereye
döküldüğünü bilmediğim bir dere akıyordu. Kazdağı denen bölgede çokça dere,
akarsu, çay vs. olduğundan eskiler buraya bin pınarlı İda Dağı dermiş. Kızlar akıllılık
edip, çadırı biraz yukarıda derenin yanına kurmuşlardı. Piknik sandalyalerine
oturup derenin sesini dinleyerek kahveyi yudumlamak nasıl eşssiz bir keyifti. Deniz
geliyor o sırada yanıma en küçük katılımcımız 4,5 yaşında kendileri. Esmer
teninde, kömür gibi parlayan iki iri göz, nohut kadar burnu ve yukarı kıvrılmış
köfte dudakları ile gördüğüm en yakışıklı küçük adamlardan. Annesi Selma ile koşuyor,
sanırsın yıllardır hasret kalmışız birbirimize vay diyorum içimden henüz çok
yakın değiliz ama sevmiş demek ki bizi. Yanımdan geçip gidince anlıyorum
koşmasının sebebini meğer arkadaşı ve yaşıtı Yazgı arkamızdaymış, oyun
oynayacaklar ya sevinci o yüzdenmiş.
Bizim gittiğimiz ilk, festivalin üçüncü gecesi hem film
gösterimi vardı hem de konser. Konser film sonrasında başladı. Gündüz ise
çeşitli paneller ve forumlar düzenlenmişti; Sağlıklı ve dengeli beslenme,
Ekosistem içinde ağaç, Şiir ve Doğa, Termik santral direniş örnekleri gibi.
Sonuncusuna basından da sık duyduğumuz Yırca ve Çırpılar köylüleri gelmişti. Filmi
izleye gitmedim çünkü o sırada akşam çıkan yoğurtlu kızartma, makarna, tatlıdan
oluşan yemeğime kavuşmakla meşguldüm. Konser öncesinde az önce bahsettiğim
büyük iki ateş yakıldı. Ateşlerin etrafında odunlardan, kütüklerden oturma yerleri
yapılmıştı. Biz ve sandalyesi olan başkaları ateşe yakın yerlerde yerimizi
aldık. Kazdağı Müzik Topluluğu’nun ezgileri
ile gökkubbede parlayan yıldızlarla ve biraz da soğuktan donan halimizle konsere
eşlik ettik. Bazen bağıra bağıra söyledik bazen kalkıp oynadık. Öylesi anlarda
dans etmek, halay çekmek çok faydalı aktiviteler, zira donan bedenini başka
türlü ısıtman çok zor. Sonra sahneyi Ethnic Band grubu aldı. En etkilendiğim ve
zevkle dinlediğim grup oldu kendileri. Türküler gecenin içinde yankılanırken
baktım herkes büyülenmişçesine dinliyor.
Bir küçük not;
Ertesi sabah kahve sıramı beklerken, grubun solistini gördüm. Tebrik ettim ve yayınlanmış ve bir albümleri olup olmadığını sordum. Yok dedi. "Bazı türkülerinizi ilk kez duydum" dedim, "doğaldır dedi. Çünkü bir önceki gece yaptıkları programın yarısına yakını kendi besteleri imiş. "E niye söylemediniz kendi besteleriniz olduğunu" dedim. Cevabı ile bir hayat dersi daha aldım; "Ne gerek var ki dedi, biz sadece müzik yapıyoruz ve paylaşıyoruz. Kimin yaptığı önemli değil notalar hepimizin..."
Bir küçük not;
Ertesi sabah kahve sıramı beklerken, grubun solistini gördüm. Tebrik ettim ve yayınlanmış ve bir albümleri olup olmadığını sordum. Yok dedi. "Bazı türkülerinizi ilk kez duydum" dedim, "doğaldır dedi. Çünkü bir önceki gece yaptıkları programın yarısına yakını kendi besteleri imiş. "E niye söylemediniz kendi besteleriniz olduğunu" dedim. Cevabı ile bir hayat dersi daha aldım; "Ne gerek var ki dedi, biz sadece müzik yapıyoruz ve paylaşıyoruz. Kimin yaptığı önemli değil notalar hepimizin..."
Neyse, dönelim geceye. Vakit gece yarısını henüz geçmişken ben ve Şeyda yatalım
diyoruz. Bütün günün yorgunluğu ve bir önceki günün uykusuzluğu eklenince,
soğuktan da mayışınca çadır fena çekici geliyor gözüme. Bir de çok heyecanlıyım
çünkü çadırdaki ilk gecem olacak. Diğerleri biz devam ediyoruz diyorlar, Deniz’i
de getiriyor annesi, uyudu yavrucak türkü dinlerken. Çadır iki oda gibi, arada
fermuarlı bir bölme var. Annesi Deniz’i uyku tulumuna sokup sarıp sarmalayıp
yatırıyor. Ben uyku tulumunun içine solucan debelenmesi girmeye çalışırken
Şeyda “yan tarafta fermuar var orayı açıp rahat rahat girsene” diyor. “Yok
canım ben böyle deneyeceğim” diyorum bilmiş bilmiş, oysa yan tarafında fermuar
olduğundan haberim yok zira bu uyku tulumu ile ilk tanışmam. Girdiğim an
ısınıyorum, üzerimde ki kalın eşofman altı ve polar üstlüğün etkisi vardır ama
hakikaten hemen ısındım. Altımda mat yoktu, getirdiğim bir başka örtüyü serdim.
Başıma da eşarp sardım saçlarımın tamamını içine tıkıştırarak. Her ne kadar
doğada olmak iyi geldiyse de, tedbiri elden bırakmadım. Kulak deliklerimi
korumak önemliydi, neme lazım bir böceğin gelip yuva yapacağı falan tutar.
Zaten tüm kamp boyunca yaptığım tek korunma buydu, başıma eşarp sarıp uyumak,
bunun dışında kendimi hep güvende hissettim. Çok rahat uyudum, gece kızlar
altıma bir mat bulup koymuşlar onu bile hissetmedim, sabah yedide dinlenmiş ve
gülümseyerek uyandım. İlk bi kendimi dinledim sağımda solumda ağrı var mı diye.
Sapasağlamdım. Baktım kızlar horul horul uyuyor, yavaşça çıkıp, gözlemecilere
doğru yürüdüm. İlk kahvem elimde yeni başlayan günü dinledim.
Festivalin dördüncü, benimse ikinci günümün ilk aktivitesi
Yoga idi. Bir tek Demet gitti, diğerlerimiz ya kahvaltı etti ya da uyumuya
devam. Peynir, yeşil ve siyah zeytin, yumurta, domates, salatalık, tereyağ ve
reçelden oluşan kahvaltı çay ile taçlandı. Sabah serinliğinde ne iyi geldi o
çayın sıcaklığı. Gün içinde atölye çalışmaları vardı; Doğanın ruh sağlığı
üzerindeki sağaltım etkisi, Kazdağı ve Madra yöresinde Doğa koruma mücadelesi,
edebiyat ve doğa, zeytin’e dair ve doğal bakım ürünleri atölyeleri bunlardandı...
Elbette kozmetik hiçbir ürün kullanmayan ben, Doğal ürünler atölyesine gittim
ve Ayla Hanım’dan yeni tarifler aldım. Mesela ilk tarif olarak sana şunu
söyleyebilirim, soğuk sıkma zeytinyağını her türlü kullanabilirsin,
yemeklerinde ekleyebilir, yüzüne, saçına sürebilir, sabununu yapabilirsin.
Öğleden sonra, parmak arası terliklerle dere kenarında kah
kayarak kah hoplayıp zıplayarak biraz
uzağa gittik. niye terlik diye soruyorsan, gece ne kadar soğuk oluyor ise gündüz de bir o kadar sıcak. Spor papuçlar falan fena daraltıyor insanı e bir de dere bir de su haliyle terlikle çıktık yola. vardığımız yeri görmeni isterdim,
anlatmaya çalışacağım. Küçük küçük şelaler düşün birkaç basamaklı, suyun en son
döküldüğü yer basamaktan daha yüksekti. Suların döküldüğü o yer küçük bir göl
yapmış, etrafta bıçakla kesilmiş düzgün kayalar, su soğuk fakat kayalar gün
boyu güneşi emdiğinden sıcacık, kuş sesleri ve birkaç kurbağa vıraklaması... Her
yer ağaç, uzunlu kısalı küçük büyük onlarca yüzlerce ağaç ve masmavi gökyüzü. İlk
gittiğimizde hepimiz önce bir durduk, sonra oturduk ve sadece dinledik. Sonra yavaş
yavaş suya girdik. İlk kez akan bir suya girdim, şelale gibi dökülen suyun
altına girdim, yıkandım sanki... Çok kalamadım suda çünkü çok üşüdüm, su
gerçekten soğuktu. Soğuk, sudan çıkıp kurulanınca hemen geçti. Kayalar o kadar
düzgündü ki şezlong yerine koyup güneşlendik. Sonra hadi meditasyon yapalım dedim, topluca hep beraber. Demet ve Hasan burun kıvırdı "burada ne gerek var ki" diyerek. Grubun tamamı, 4,5 luk Deniz dahil ve gruba yeni katılan gencimiz Ali ile birlikte yaptık toplu meditasyonumuzu. Diğerlerini bilmem ama gözlerimi açtığımda çok çok iyi hissediyordum kendimi. Sanıyorum orada üç saate yakın
kaldık zamanın nasıl aktığını bilemeden ve oranın tadına doyamadan...
Akşam, Gölge Oyunu Gösteri'sinin olduğu saatte akşam yemeği de olduğu için oyuna gitmedim. Çünkü pilav, nohut ve tatlıdan oluşan yemek pek bir ilgimi çekmiş ve her zaman ki gibi yemek kuyruğunda yerimi
almıştım. Hazırlıklı gelenler yemeklerini kendileri yaptılar, özenmedim de
değil. Yan çadır fena hazırlıklıydı bu konuda, menemen, patlıcan vs. bir sürü
şey yaptılar. Bizim gibi kampı uyku tulumu ve çadırdan ibaret sananlarda üç
öğün çıkan tabldot yemekleri yediler. Yemeklerde et yoktu ki bu bence doğru bir
seçimdi. Yemekten sonra yine ateşler yakıldı yine sandelyeler ateş yanına
çekildi, birkaç saatliğine yine jenaratör çalıştı ve ilk grup aldı sahnede
yerini. Zeybeklerden Rembetiko’ya şarkılar türküler söyleyen grup hareketli
yerine daha ağır parçalar seçmişti. İkinci grubun adı “Cümbüş Cemaat” idi ki
adlarına yakışır bir program yaptılar. Daha güncel pop şarkılarının olduğu bir
repertuarları vardı. Ben gece bire doğru yine çadıra gittim, bu sefer ben ve
Deniz vardık sadece.
Ve son gün, festivalin beşinci benim üçüncü günüm... Dönüş
günüm... Kızlar devam ediyor ama bilet yüzünden dönmek zorundayım. Sabah kahvaltıdan sonra valizimi hazırlayıp kahvaltıya yine yalnız
gittim. Çünkü grubun erkencisi bendim. Sonra Selma ve Deniz geldiler. Kahvaltı
sonrası kahvemi içiyordum ki anons yapıldı servis aşağıya köye inecek gitmek
isteyenler varsa çıkışa gelsin diye. Gittim... Istanbul’a dönen sadece bendim.
Önce Narlı Köyünde Nazım Usta’nın yerinde türk kahvemi içtim, sonra da Edremit
otogara gidip İstanbul Otobüsüne bindim.
Tadı damağımda kalan üç gündü. Her anından keyif aldığım,
güzel insanlarla tanıştığım, yeni bilgiler edindiğim muhteşem bir deneyimdi. Doğayı
korumak için, zeytinlikleri korumak için, yaşamı korumak için tüm varlıklarıyla
orada olan, bunu iş edinen insanlarla birlikte olmak harika bir duyguydu.
Süheyla Hanım vardı mesela festivalin mimarı olan, tüm gün herkesin her
çağrısına yetişmeye çalışan. Katılımcıların tek şikayeti olan servis konusuna
sürekli çözümler bulmaya çalıştı. O kadar kıt kaynaklarla gerçekleştiriyorlar
ki bu festivali, bu yürekli insanlar karşısında şapka çıkarırsın. Gelen tüm
gruplar, konuşmacılar gönüllüydü. Para isteyen tek yer ulaşımdı ve buna da
hiçbir Belediye, Valilik sponsor olmamıştı. Küçükkuyu'da tanıştığımız ve sohbet
etmek fırsatı bulduğumuz Seyfettin Bey vardı mesela, Kent Konseyi Başkanı da olan
Seyfettin Bey emekli gazeteci imiş. Kendini doğaya, doğal yaşama adamış.
Festivalde tanıştığımız ve gönüllülerden olan Füsun Hanım ile hayata dair
yaptığımız sohbet bol kahkahalı bol bol göz kırpmalıydı. Tahmin ettin herhalde
konu ilişkiler üzerineydi. Gökkuşağı adındaki yerel dergiyi çıkaran ve sahibi
olan Erdoğan Bey bize oraların daha önceki halini ve şimdiyi anlattı. Köylülerin
HES, RES, Altın Madenciliğine bakışından ve daha birçok şeyden bahsetti.
Gelmeye karar verirsen önerilerim de şunlar; mutlaka yanına kalın giysiler al. Uyku tulumu olmadan uyuman çok zor ya birinden bul benim gibi ya da paraya kıyıp al bir tane. Hem kapalı sıcak tutan bir ayakkabı almalısın hem de terlik gibi ferahlatacak bir şey. İmkanının var ise arabayla gelmeni öneririm, anlatılanlara bakma evet yol kötü ama Datça'daki büklerden ya da Yedigöller'den daha kötü değil. Yavaş yavaş gidersen sorun yok. Yoksa da araban sıkma canını, otobüsler Servisler çalışıyor nasılsa, sadece hesapta olmayan bekleme süreleri olabilir o kadar. Yemek işi sana kalmış nasıl istersen.
Unutma sevgili okuyan, bir orman gibi kardeşçesine yaşamak için doğa ana ile de buluşmak gerek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder