28 Temmuz 2016 Perşembe


BAZEN


Bazen...

Ki bu bazenler,

En sıkıldığımda en çok,

Yeni bir sayfa açayım diyorum..

Mesela yeni bir yer

Mesela fotoğraf

Veya çizim...

Sonra boşver diyorum

Bu yaştan sonra sil baştan

Yok zor çok zor diyorum

Geç kaldın artık

Kaçtı o güzel tren diyorum...

Tam ikna etmişken kendimi...

Sonra..

Sonra aklıma Koca Sinan geliyor

Ellisinde başladığı mimarlıkla

İnalcık Hoca geliyor

Yetmişinde başladığı yazarlıkla...

E pes diyorum kendime

Ne çamur atıyorsun yaşına

Trenin suçu ne diyorum

Niyetim yok desene sen

Bahanem çok desene şuna

Diyorum...



25 Haziran 2016 Cumartesi



KENDİNLE BARIŞMAK


Gözlerinde kızgınlık ve pişmanlık vardı. Kızarmıştı sanki sanırım ağlamıştı. İnsanın en korkunç davranışı kendine olandır. Herkesi kayırır, korur, kollar ama iş kendine geldi mi yapmaz, yapamaz. İşte O’da insanoğlunun yüzyıllardır yaptığını yapıyor ve kendine kızıyordu hem de en acımasızından. Affedemiyordu, olmuyor affedemiyordu bir türlü o zaman ki kendini. Kızgınlığı, o dönemin kişilerinden çok kendineydi... Sürekli kendini suçluyor istemediği bir durumda uzun süre kalmasını anlamıyordu bir türlü. Hayatının bu kısmını biliyordum. Anlatmıştı, içini acıtan tek şeyin bu olduğunu söylerdi hep, biliyordum.

Merak ettiğim neyin bu konuyu tetiklediği idi. Öyle ya hayatımızda unuttuğumuzu veya barıştığımızı sandığımız konuların benzerleri yine çıkabilirdi karşımıza. Eğer halledilmişse o konu gelir geçerdi sadece, hiç bir şeyi tetiklemezdi. Ancak üstü kapatılmış veya ruhumda temizlik yapıyorum ben ayağına, halının altına süpürülmüş ise o mevzular, günü geldiğinde misliyle dikilirdi karşına. Uzun zamandır lafını etmiyordu, konuyu çözdü mü kafasında yoksa yok mu sayıyordu bilmiyordum, O konuşmadan konuya girmeyi de ben istemiyordum. Bu konunun onun yumuşak karnı olduğunun çok farkındaydım.  Ve şimdi gördüğüm, halının altındakilerin daha da küflenmiş daha da kararmış haliyle ortaya çıktığıydı.

Canım benim ne kadar da masum ve kırılgandı. Aslında her birimizin olduğu en saf asıl hal gibi... Aslının o beyaz o altın ışıltısı yerini kör karanlığa bırakmıştı...

Kendimi her affetmediğim gün daha çok batıyorum karanlığa dedi. Öyle hissediyorum dedi. Neden affetmekte bu kadar zorlandığımı da anlamıyorum. Biliyorum ki uzun zaman önce idi, biliyorum ki herkes hayatına kaldığı yerden devam etti ediyor, biliyorum ki bu ağırlığı taşımanın bana faydası yok ve en önemlisi de  affetmediğim her gün yolumda duran kocaman bir kaya sanki önümü görmemi engelliyor. O kocaman kaya, yeni tanıdığım ve belki hayatıma alacağım kişilerinde önünü kesiyor. Anlıyor musun, hem kendime hem başkalarına kötülüğüm.

Kendime neden bu kadar kızgın olduğumu merak ediyorsun değil mi, ne oldu diyorsun. Yepyeni olasılıklar çıkıyor karşıma, yepyeni taptaze. Belki beni başka ufuklara götürecek belki bana yepyeni deneyimler kazandıracak olasılıklar. Her biri muhteşem ve beni heyecanlandıran. Ben ne yapıyorum bunların karşısında dersin? Önce kaçıyorum sonra pişman oluyorum. Önce sesleniyorum sonra cevabını beklemeden gidiyorum. Yani omzumdaki o yük ile ben ne yaptığımı bilmiyorum. Bunun hala olmasına izin verdiğim içinde kendime kızıyorum. Kızıyorum hala orada olmama, hala orada takılıp kalmama.

Kızgın ıslak gözlerine baktım, senin hangi tarafını beslediğini bulmak gerekiyor belki dedim. Durduk yere sarılmayız bir şeye. Günlük hayat içinde farkında olsak da olmasak da takılıp kaldıklarımız bizim bi taraflarımızı besler. Acıdan besleniyorsun desem mesela sana belki kızarsın bana ama işin gerçeği budur. Bırakamıyorsan bir şeyi veya kişiyi mutlaka senin kendinde eksik olarak gördüğün birşeyi besliyordur. Olan budur.

Ve affetmekten başka seçeneğin yok diye ekledim. Bunu Onun için yapmayacaksın, bunu kendin için yapacaksın. Zaten affetmek bunun için kolay değildir, o andaki kendini affetmek o andaki kendinle hesaplaşıp barışmandır aynı zamanda. Bir sürü sen var, neredeyse bir stadyum dolusu kadar. Doğduğun andan bugüne dek yaşadığın ve mıh gibi ruhuna saplanan her an, senin bedeninde vücut bulmuş haliyle duruyor. Kimini biliyorsun kiminden haberin yok. Ama hepsi orada. İlk tokatını yediğin sen orada şefkat bekliyor, sevgilinin terkettiği sen orada sevgi bekliyor, hasta olan sen orada ilgi bekliyor. Orada o kadar çok sen var ki, hem birbirinden bağımsız Sen'ler hem de  hepsi bir tek Sen.

Nasıl barışacağım bu kadar Ben ile diyorsan cevabı basit. Tüm parçalarınla barışıp kucaklaşmaya niyet et. Evrende her şey niyet üzerine dönüyor. Aklına gelen tüm parçalarına her geldiklerinde teşekkür et, artık o an’a ve duygularına ihtiyacının olmadığını söyle, sevgini ver kucaklaş ve barış. İnan bana her bir kucaklaşma seni hafifletecek.

Ve yeni bir dünyaya kendini yeniden doğurabileceksin.

Kendi zamanını yeniden başlatabileceksin.

Gülümsedi... Uzun zamandır gördüğüm en güzel gülümsemeydi.











Ne çok susuyorsun dedi.

Oysa,

O an öyle çok anlatıyordum ki...

Duymadı..



15 Haziran 2016 Çarşamba



BU SABAH


Ocak ayından bu yana yaman bir tadilattan geçiyorum. Ve itiraf edeyim şaşkınlık içindeyim... ve yine itiraf edeyim zorlanıyorum... Dengemi kurmakta, kendime, kendi öz kaynaklarıma güvenimi sürdürmekte zaman zaman çok zorlanıyorum. Ocak’ta başladı, Haziran’ın ortalarına geldiğimiz şu günlerde devam ediyor, son sürat üstelik :)

Bazen... Bazen bazı olaylar veya kişilerin söylemleri karşısında kalakalıyorum, çünkü geçmişin tekrarları geliyor pat diye önüme. Ve bazen kelimesi kelimesine aynı cümlelerle...  Henüz şifalandırıp dönüştüremediğim parçalar, hadi dercesine burnumun dibinde bitiyor. Ve bu öyle bir bitmek  ki görmemek anlamamak mümkün değil. Tıpış tıpış koyuluyorum yola ve başlıyorum yapmam gerekenleri yapmaya ve hatta yine bazen yapmak zorunda kalıyorum. İstersen yapma, paşa paşa halledene kadar geliyor, iyisi mi başından hallet geç diyorum kendime.

Özellikle bedensel korku, endişe ve kuşkular çıkıyor sık sık. Ki benim bu yaşamda en zorlandığım iki alandan biridir beden sağlığı. Çünkü zaman zaman bedenime güvenmeyi unuturum, korkarım hasta olmaktan ve iyileşememekten, reddedilmekten ve sevilmemekten... O geçmişin gölgeleri ile barışıp bütünlenmeyi unuturum bazen. O gölge taraflar dediğimiz şeylerin bizi biz yapanlar olduğunu ve onları da aydınlık taraflar gibi kabul edip sarılmayı unuturum bazen...

Bu dönem kişisel tarihimde böyle bir dönem sanırım, kalan parçaların şifalanması bütünlenmesi sarılıp sarmalanması gereken bir dönem...

Hani diyoruz ya sık sık “yeni enerjiler çok destekleyici, düşüncenin tezahürü eskiye oranla çok çabuk gerçekleşiyor, bugün düşün yarın olsun” diye... Bu tadilat tamirat dönemimde çok daha iyi farkına varıyorum bu durumun. Bugün mesela, bindiğim taksinin Rizeli şoförü katıksız Karadeniz şivesi ile öyle bir şey söyledi ki bakakaldım ve tutamadım kendimi gülmeye başladım. Bu sabah aklımdan geçen sorunun cevabını verdi adam. Pes dedim pes :)

Dedim ya şaka değil gerçekten tadilat tamirattan geçtiğim hissindeyim. Hem fiziksel bedende hem de duygu bedende... Evrenin 40 yaş bakımı sanırım :)

Yazının başında bahsettiğim şaşkınlığım, duygu bedenimde gerçekleşenlerle birlikte bazen hüzne bazen sevince dönüyor... Gidip geldiğim bir dönemdeyim anlayacağın, önceliğim dengemi sağlamakta ve korumakta.

Ne kadar sürecek merak ediyorum, izliyorum, gözlüyorum...






30 Mayıs 2016 Pazartesi


Bİ CESARET


Varoluş her an nasıl güzel çalışıyor.

Ve her an nasılda yeniden yeniden yaratıyor,

Kendini gerçekletirmene fırsat vererek,

İçindeki seni de gerçeği yaparak.

Mesela,

Zamanında canının acıdığı, üzüldüğün bir şey vardır,

Artık iyileştim dersin şifalandım dersin.

Gün gelir söylediğin o cümleler gerçekleşmek, senin deneyimin olmak için önünde durur.

Kafanı çevirsende, görmezden gelmeye çalışsanda, onun orada olduğunu bilirsin.

Kaçamazsın.

Aslına bakarsan kaçmaman gerektiğini de bilirsin.

Sadece, sadece...

Korkarsın, geçmişin ağır gölgesi geldiğinde üzerine korkarsın.

Diğer yandan korkunun ecele faydası olmadığını da bilirsin.

Önündeki eşiktir o, atlamalı geçmelisin diğer basamağa.

Kendine hadi cesaret, hadi bi cesaret diyerek...

Ve geçersin...

İşte o gün,

Kendini aştığın o gün,

Kendini,

Özünü gerçekten gördüğün gündür...



27 Mayıs 2016 Cuma



YİNE ERİL YİNE DİŞİL VE YİNE DENGE


Eril ve Dişil enerjinin oransal değişiminden, bizlerin beslenme kaynaklarını neden ve nasıl etkilendiğinden bahsetmiştim...

Son günlerde kendimi dişil tarafımı sorgularken yakalıyorum... Çünkü -özellikle bazı zamanlar- eril enerjimin yükseldiğini farkediyorum. Farkettiğim anda da rahatsız hissediyorum bu durumdan...

Biliyorsun biri diğerinden daha iyi değil, iyi olan dengede olmak.
Bu kadar tartışmanın, iletişim sıkıntısının, anlamamak ve anlatamamanın bu dengesizlikle ilgisi olduğunu düşünüyorum.
Hani iletişimsizlik hep vardı da, dikkatini çekiyor mu, sanki son yıllarda daha bi arttı.
Eril ve dişilimiz çok karıştı bence. Çorba olmuş enerjilerle yol almaya çalışıyoruz sanki.

Ve ben son birkaç zamandır bunları düşünürken, bir arkadaşımdan aşağıdaki sayfa geldi.

"David Deida-Üstün Erkeğin Yolu" kitabıyla bu duruma el koymuş eril tarafı anlatmış.

Okunacaklar listeme ekledim kendilerini.

Sende merak edersen diye ekliyorum buraya, bi oku bakalım belki seninde ilgini çeker.





25 Mayıs 2016 Çarşamba



KENDİME DİLEĞİM


Yeni zamanın habercisi
Yeni yaş dönümüm gelmiş.
Bir hesabı soranım varmış
Bir de yeni sipariş verenim..
.
Geçmişin silgisi olsun demişim
Geleceğin kalemiyle buluşan...

Düşünmüşüm,
Öğüdüm olmuş kendime;
Olur da arada bir yerde kalırsam,
Sağa sola savrulursam eğer,
Günahın sevabın olmadığını hatırlayayım.
Gönül gözüm apaçık 
Ömürde yoluma yoldaşlık edeni göreyim.
Hatırlayayım,
Ustanın da çırağın da
Bir yolda eş olduğunu bileyim...
Demişim...

Yeni zamanın habercisi,
Yeni yaş dönümüm gelmiş,
Hoşgelmiş,
Kabulümmüş...





23 Mayıs 2016 Pazartesi



ŞİMDİ BAŞLA


Ertelenen GÜNler gelmiş,
Alınmayan KARARlarla birlikte,
Sıraya dizilmiş,
Süzmüşler birbirlerini...
Sıra pek bi uzunmuş,
Ya da öyle gelmiş hepsine,
Boncuk boncuk bakışmışlar.
Hepsinin içinden geçen aynıymış,
"Ben daha önemliydim!"
Mağrurmuş bu yüzden duruşları.
Başı yokmuş sıranın sonu da,
İlki de yokmuş o yüzden,
Nerede başlayıp nerede bittiğini bilende...
Uzunmuş o kadar...
Hepsinin zamanları ayrıymış
Ama sözcükler aynıymış...
Hatırlıyorlarmış o seslenişi
Tekrar hatırlamışlar

ŞİMDİ BAŞLA! diyormuş...

Yarın değil
Bir saat sonra değil
Şimdi!
İşi bıraktığında değil ya da paran olduğunda
Şimdi
Şu an başla!
Sevgilin döndüğünde değil ya da gözyaşın dindiğinde
Emekli olduğunda hiç değil
Yıldızlar o gün bugündür dediğinde de,
Şimdi,
Şu an at ilk adımı!
Hava daha güneşli olduğunda değil,
İlham geldiğinde değil,
yüreğinde belirdiği anda
Kendine söylediğin anda
Hemen
Şimdi şu anda başla!
ŞİMDİ BAŞLA!

Diyormuş...

Ses uzaktan geliyormuş
Çok mu uzakmış gerçekten, bilememişler.
Zamanları ayrıymış
Ama sözcükleri aynıymış.
Ertelenen GÜNler ve alınmayan KARARlar
Hala bekliyorlarmış

Hareketsiz beklerken keşke diyorlarmış...



1 Mart 2016 Salı



SAYGI


Sevmesen de sayacaksın

Saygı olmadan sevgi olmaz

Önce saygı

Bence değil, neden mi? Anlatayım sevgili okuyan.

Herkesin “saygı” ya dair söyleyeceği en az bir cümlesi var sanırım. E bu kelime bu kadar önemli ise hepimiz için, olmazsa olmaz diyor isek, merak ettim anlamı nedir diye?

Sahi hiç düşündün mü sevgili okuyan ne demek saygı? Önce saygı istiyorum derken neyi istiyorsun?

Türk Dil kurumu sözlüğüne baktım, orada saygı; “değeri, üstünlüğü, yaşılığı, kutsallığı dolayısı ile bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram” olarak tanımlanmış. İkinci anlam olarak da “başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu” eklenmiş. Saygıyı bu ikinci tanımlama ile daha özdeşleştiriyorum sanki. Çünkü günümüzde çoğu ilişkide ve iletişimde gördüğüm odur ki saygı, daha çok çekinme daha çok korku gibi...

Saygı benim hayatımda, son derece önemsiz bir detay. Hiç önemsemediğim, yahu bu adam/kadın bana saygı duyuyor mu diye düşünmediğim bir detay.

Hayatımın temel taşı “Sevgi” sanırım.

Sevdiğin birini zaten koruyup kollamaz mısın? Onu kırmamak incitmemek için özenli olmaz mısın?  Onu kutsalların arasına almaz mısın? Ona hürmet göstermez misin? Bu ifade ettiklerim sadece kişi ilişkileri için geçerli değil. Düşünsene sevgili okuyan, sevmezsen ağacı, kesilmiş kesilmemiş umurunda olur mu? Onu korumak için, yeşertmek için çaba sarfeder misin? Yolda bir kedi gördüğünde ve arabaların hızla yaklaştığını farkettiğinde, onu oradan almak için seni yola atan duygu, kediye duyduğun sevgi değil mi? O sevgi seni, o kedinin yaşam hakkına saygıya götürür. Hayvanları sevmek gibi birşeye sahip değilsen zaten onun yaşam hakkına da saygı duymazsın. İnsan sevgisine gelirsek, yüreğinde insana, insanlığa dair bir sevgi yok ise, yanlış yere park eden aracın sürücüsüne bağırır çağırırsın. Oysa seviyorsan insan denen varlığı, yanına gidip aracını yanlış park ettiğini ve diğer sürücüleri zor durumda bıraktığını söyleyerek uyarabilirsin. İnsanlığa duyduğun genel sevgi, tanımadığın birine duyulan bireysel saygıya dönüşür böylece. Örneklerin sonu yok. Bu gezegende var olan her tür, olay ve durum için çoğaltılabilir.

Özü esas olan. Ve o özün bizi götürdüğü tek yer sevgi.

İşte bu yüzdendir ki “sevmeyebilirsin ama saygı duyacaksın” hiç anlamadığım cümlelerden biridir.

Benim seçimim, sevmekten yana. Yaptığım her işe, tanıdığım her kişiye, yaşadığım her duruma sevgiyle yaklaşmak. Saygı duymak gibi ayrıca bir çabam hiç yok. Saygının sevginin ardından tıpış tıpış geldiğini görüyorum çünkü. Yolu açanın, sevgi olduğunu biliyorum çünkü.

İşte bu yüzdendir ki benim şeçimim daima sevgiden yana.

Senin ki?




10 Şubat 2016 Çarşamba


Ben insanlara güvenmem dedi

Hele ilk tanıdığıma 100 puan asla vermem dedi

Neden dedim

Sonradan veririm notunu dedi

Ne inanırım ne güvenirim dedi

Önce bir görmem anlamam lazım dedi

Sen diye sordu

Ben inanırım dedim hatta güvenirim de

Ve hatta severim dedim

Herkes başlangıçta 100 dür dedim

Dolu dolu 100 dür herkes dedim

Ya kırılırsan dedi

Ya üzülürsen

Ne olur ki dedim

En fazla O’nu tanımadığım zamana geri gider

Ben ise yeni birşey daha öğrenirim

Daha büyürüm

Kendimi O’nun aynasında yeniden görürüm

Daha gelişirim dedim...

Gitti...




26 Ocak 2016 Salı


MUTLULUK KAÇ PARA?


Yakınım olan biriyle yaptığım bir sohbet beni düşündürdü. Yakınım, toplumca saygın kabul edilen  mesleği yapıyor ve ayda iyi para kazanıyor. Ne kadar iyi desem? Evi var, hem kendinin hem eşinin arabası var, çocuğu özel bir okulda vs. vs. Yani ülkenin genelini düşündüğünde oldukça iyi bir yaşam sürüyor. Ve bana, mevcut işine ek olarak, yeni bir iş kurmaktan, çok para kazanmaktan bahsetti. Oldukça heyecanlıydı çok para kazanmanın olasılığını anlatırken. Onu dinlerken aklımdan geçen şey ise “mutluluk kaç paraya satın alınır” idi.

Sahi, mutluluk kaç para eder? Mutluluğun ölçü birimi nedir? Yeni bir ev ile yazlık ile motor veya araba ile niye daha mutlu olacağımızı zannediyoruz? Canı sıkılınca alışverişe giden, giymediği onca giysiye deli paralar ödeyen çok tanıdığım var. Rahatlıyorum diyorlar.  İhtiyacı olmayan şeyler için cüzdanını boşaltmak niye rahatlatır insanı?

İnsan kendi içindeki boşluğu tanımlamayınca ve tamamlamayınca, hırsını paradan çıkarıyor sanırım. Oysa para sadece bir araç. Tamam kabul ediyorum, markete gittiğimiz sürece, madde dünyada olacak para. En temel ihtiyaçlarımızı bile, ekmek gibi su gibi ısınmak gibi,  karşılayabilmek için para hayatımızdaki araçlardan biri olacak, kabul. Ancak bunun da bir dengesi olmalı. Dediğim gibi sadece bir araç. Mutluluğu paraya bağlamak eninde sonunda hayal kırıklığını getirecek. Kaçınılmaz bir son bu. Kaçınılmaz çünkü, koşullu sevgi olmadığı gibi koşullu mutluluk da olmaz.

Mutluluk, sevgili okuyan dışarda değil, ne sevgilinde ne kazandığın parada ne çocuk sahibi olman da ne de herhangi başka birşeyin sahibi olmakta. Çünkü mutluluğun sahip olmakla ilgisi yoktur, mutlu olunur, mutluluğun kendisisindir, mutluluk sensindir, bu kadar basit. Ve mutluluğu sen yaratırsın, bir başka kişi olay yada durum değil.

Mutluluğa giden tek yolun ise, her gün ve hatta her an yaptığın seçimlerdir. Bu bir kader değildir sevgili okuyan, bu bir seçimdir, mutluluğun kendisi olmayı da seçebilirsin, mutluluğu aslında sana getirmeyecek bir şartını da.

Diğer yandan bir kaçış bu. Kişinin, asıl ilgilenmesi gereken mevzuyu bir kenara bırakıp, gelişimine hiç katkısı olmayacak bir şeye koşturduğu beyhude çaba. Oysa bu durumda yapılması gereken öncelikli şey “neden mutlu değilim”, “beni gerçekte ne mutlu eder” “üç yıl sonra çok mutluyum desem neleri yapmış olurdum, hayatıma neler eklenirdi, neler çıkmış olurdu” gibi soruların sorulmasıdır sevgili okuyan. Bu ve benzeri sorular kişiyi kendine götürür, kendiyle bir tanıştırır önce. 
Delice sahip olmak istediğimiz her şey, bizdeki bir eksikliğin başka bir tezahürüdür.

İnsanoğlunun bu gezegende yegane aradığı “tam olma” halidir. Tam olma halini herhangi bir şeye sahip olmakla ilişkilendirirsen, o çok sahip olduğun şeye kavuştuğunda ve bir süre seni oyaladığında ve sonra hevesin geçtiğinde, bir başkasını ararsın. Bu sürer gider. Ta ki mutluluğun bunlarla ilgisinin olmadığını anlayana dek.


Ne dersin sevgili okuyan senin mutluluğun kaç para?


22 Ocak 2016 Cuma


GELECEK DEDİĞİN?


Son yıllarda çok dile getirilen bir hadise var. Geleceğini sen kendin yaratırsın diyor üstatlar ve o gelecek şu andan sonra ki her andır.

Ne dersin sence de öyle mi? Hastalıkları kayıpları terkedilişleri veya parasızlıkları düşündüğünde “yok yahu olur mu öyle şey ben mi yarattım bu kadar kötü şeyi?” diyorsun belki. Sende haklısın.

Gel en başından başlayalım. Öncelikle sevgili okuyan, hayata gelmeyi seçtiğin anda deneyimlerini de seçiyorsun. Bu, kendi ruhunun aydınlanma sürecindeki herhangi bir şey olabilir. Aydınlanma yolunda ilerlerken her birimizin farklı farklı öğrenme şekilleri vardır. Misal bendeniz illa elimi sıcak sobaya yapıştırırım acıyı hissederim ve öğrenirim. Kimi gözleyerek, kimi dinleyerek, kimi hiçbir uyaran olmaksızın farkederek yaşar deneyimlerini. Kimi de benim gibi bizzat yaşayarak. Aslında, gözlemlediğim kadarıyla, büyük çoğunluk yaşayarak deneyimliyor öğreneceklerini. Çünkü illa o acıyı, o hazzı, o hüznü, o yoksunluğu anlamak istiyor bedenimiz hem de dibine kadar. Ruh-beden-zihin ilişkisinden bahsetmiştim daha önce hatırlarsan.

Bu anlattığım olayın birinci kısmı, ikincisi kollektif bazı seçimlere de eşlik ederiz. Toplumsal olaylar, doğal afetler, savaşlar, az ya da çok tanıdığımız hiç farketmez, çevremizle olan her türlü ilişkimiz ve bunların sonucunda gelen deneyimlerimiz. Bunlar da başka ruhlarla birlikte harekete geçtiğimiz alanlardır. Burada öncelikli yapman gereken üzerine düşenleri yaparak başkalarının yaşamlarını durdurmayı kesmektir. Hani şu kelebek etkisi denen hadise. Bu detay isteyen bir konu, dolayısıyla başka bir yazı konusu olur.

Şimdi, işin bireyselliğine yani tekil yaşamlarımıza inecek olursak sevgili okuyan, en çok müdahale edebileceğin, iyileştirebileceğin, dönüştürebileceğin alan işte burasıdır. İşte burada, varoluşun farkına vardığın andan sonra ki seçimlerini ayrıca yapabilir ve böylece geleceğini yeniden ve yeniden şekillendirebilirsin.

Çünkü sevgili okuyan her şey önce zihinde başlar, her şeyin öncesi düşünceden ibarettir ve sonra gerçeğe dönüşür...

Nasıl mı? Yok, öyle sihirli bir formulü yok bunun. Çok basit olan bu yaratıcılığı seninde bugüne dek yaşamış olman çok olası. Telefonun çalar mesela “aaa seni düşünüyordum” dersin veya yıllardır görmediğin bir tanıdığını düşünürsün düşünürsün sonra pat diye sokağın birinde çıkar karşına, bir şeyi çok yürekten istersin oluverir vs. vs.

Evet ne demiştik, her şey önce zihinde başlar. Çünkü beynimizin ön lobları zihinsel prova yapmayı mümkün kılar. Bu zihinsel provalar sonucunda beyinde nörolojik yollar oluşur. Nörolojik yolun oluşması için 21 gün gereklidir. 21 gün boyunca  tekrarlanan provalar, zihinde ve hücresel bellekte kalıcı olarak yerleşir. Hani hemen her kişisel gelişim kitabında geçen 21 gün kuralı var ya, işte o gün sayısının 21 olmasının bir nedenidir zihinsel tekrarlar. Zihin tekrar ettikçe hayalini, bedenin de hücresel boyutta ve kaslarınla buna eşlik eder. Ve kaslar tekrar edilen bir şeyi otomatiğe bağlar. Sana bir soru, tekrarladığın her eylem neye dönüşür? Evet bildin, alışkanlık! Yaptığın her zihinsel prova, nörolojik yolları oluşturur, bedeni harekete geçirir ve ardından bu eylem bir alışkanlığa dönüşür. 

Araba kullanmayı öğrendiğin ilk zamanları düşün, her vites geçişinde, her sinyal verişinde, her gaza veya frene dokunduğunda nasıl da farkında olarak adım adım yapıyordun hepsini değil mi? Peki şimdi? Farkında bile olmadan o vitesler geçiyor, yanındakine laf yetiştirirken kırmızı ışıkta otomatik olarak duruyorsun değil mi? Anlattıklarım da işte bunun gibi. Ya da dişini fırçalarken, sabahları yüzünü yıkarken bunları yapmayı adım adım düşünmüyorsun değil mi, kendiliğinden oluyor. 

Ezcümle sevgili okuyan, yeni bir alışkanlık kazanmaya çalışırken, zihinde kalıcı nörolojik yol oluşturması için 21 gün kuralını hatırlamanda fayda var.

Şimdi işin sihirli kısmına geliyoruz. Beynin ön loblarını kullanarak zihin provaları yaparak, yeni bir alışkanlık yaratabileceğin gibi, gelecekte olmasını istediklerini gerçeğe dönüştürmede de çok etkilidir.

Bir başka deyişle, şu an olmayan ama olmasını istediğin şeyleri yaşıyormuş gibi hayal ettiğinde, tüm detayları ile onu yaşadığında, beyin o anı gerçekten yaşanıyor zannediyor ve nörolojik yol oluşturmaya başlıyor. Aynı zamanda vücutta buna kaslardaki küçük hareketler ile eşlik ediyor ve böylece yeni beceri ya da görüntü beden için tanıdık bildik hale geliyor.

Yani formülümüz şudur;

Düşünce -> hayal etme ->kasların hareketi  -> gerçeklik

Gördüğümüz, duyduğumuz, hissetiğimiz, kokusunu aldığımız yani tüm duyu organlarımızla varlığını bildiğimiz herşeyin farkında olan zihin, bilinçli zihnimizdir. Birçoğumuz, bilinçli olarak dikkat kesildiğinde en fazla 3-5 şeye odaklanabiliriz. Bilinçli akıl en çok 7 durum olay vs. şeye odaklanabilir. Dolayısıyla ilk başta odak sorunu yaşaman çok doğal, vazgeçme devam et derim, tabi gerçekten istiyorsan.

Bak bu kısmı, şu ana dek anlattıklarımdan çok daha önemli. Neden biliyor musun? Eğer gerçekten istemiyorsan, eğer gerçekten hayal ettiğin şeyin tüm getirilerini baştan kabul etmiyorsan, içinde kuşku olur, korku olur.

Ve sevgili okuyan bu çok basit formülün tek bozucusu, tek düşmanı korku dolu düşüncelerdir, kuşkulu yaklaşımlardır.

Hayal ederken bunları hissediyorsan bir daha bak istediğin şeye. Bir daha gözden geçir, ayıklaman gerekenleri ayıkla, eklemek istediklerini ekle. Velhasıl ne yapmak istiyorsan yap, ta ki o korku o kuşku yok olana dek.

Haydi bakalım artık sırrı biliyorsun, hoş biliyordun da zaten, hatırladın diyelim.

Şu andan itibaren nasıl bir yaşam seni mutlu eder? Nasıl bir yaşam bu dünyaya, sana ve ilişkide olduğun herkese ve herşeye katkı sağlar?


Gerçekte ne istiyorsun, hangi düşte yaşamak istersin?



ŞARTLI AŞKLAR


Bugünlerde çokça karşıma çıkan bir durum var. Herkes hem aşk arayışında, hem de aşık olacak kadının ya da adamın olmadığı inancında.

Güvensizlik diz boyu, daha tanımadan, tanımaya fırsat vermeden varılan önyargılar da cabası. Hem filmlerdeki gibi aşkları yaşamak istiyorlar hem de kendilerine bunu yaşatmak için en ufak bir şans dahi vermiyorlar. Çünkü kalıplar var, olması gerekenler var, asla olmaması gerekenler var. Mesela, “en az benim gibi olmalı”, “benden güçlü olmalı” “entellektüel olmalı”, “annem gibi herşeyimi hoş görmeli” gibi cümleler –itiraf edeyim- kulaklarımı tırmalıyor. Tüm bunları isteyen ve konuşan sevgili insan, dönüp kendine bakmıyor nedense...

Mesele ihtiyacının karşılanması mıdır yoksa ihtiyaçların birlikte beraberce anlaşılması mıdır?

Partnerini olduğu gibi kabul etmek ve tanıdığın haliyle bırakmak mümkün değil midir?

Ve en önemlisi koşullar koşullar... Şartlı sevgiler...

Şart ve sevgi ne kadar birlikte hareket edebilir merak ediyorum?

Unutma sevgili okuyan, en çok istediğin şey sendeki en eksik şeydir. Eğer bir şart koyuyorsan sevgine veya sevgin bir koşula bağlı ise lütfen düşün.

Sen o şartın kendisi olmayasın? En çok itiraz ettiğin şey yüreğinin en dibine çöreklenmiş olmasın?

Güvenmek istiyorum diyorsan mesela sen kendine, kendi varlığına ne kadar güveniyorsun?

Beni çok sevsin diyorsan mesela sen kendini, kendi öz varlığını ne kadar seviyorsun?

Sadakat olması şart diyorsan mesela kendine söylediğin yalanları da düşünüyor musun? Mesela 
kendine ne kadar dürüstsün?

Beni olduğum gibi kabul etsin herşeyimi hoş görsün diyorsan mesela sen kendini olduğun gibi herşeyinle, tüm aydınlık ve tüm gölge taraflarınla ne kadar kabul edebiliyorsun?

Velhasıl sevgili okuyan olmayanı ararız, olmayanı isteriz. Öyle ise, önce kendimizden başlamalıyız işe. Kişi önce kendisi tam ve bütün olabilmenin yolunu bulmalı.

Sen tam ve bütün olduğunda, kendini sevmeyi öğrendiğinde ve gerçekten ne istediğini bildiğinde, tamamlanacaksındır. Sevgiyi önce kendine göstermelisin, kendinde görmelisin.

Yoksa daldan dala konup “bunların hepsi de beni buluyor” der durursun.






2015’e VEDA EDERKEN


Sevgili 2015 itiraf etmeliyim, başkalarına geldiğin kadar zor gelmedin bana. Yaşattıkların hafif sarsıcı hafif kendine getirici cinstendi. Düşünüyorum, biraz daha düşünüyorum, evet eminim zor değildin benim için J

Acıtmadan öğrettiklerin elbette beni diğer tüm yıllar gibi biraz daha büyüttü, biraz daha farklı bakabilmeyi öğretti. Sevgili 2015, benim için nefes alma yılıydın, durma ve bakma yılıydın, anlayabildiklerimi sindirme yılıydın. Çoğu kez yüksek enerjili, keyifli, sakin bir yıldı, teşekkür ederim sana.

Nefes alma yılıydı diyorum çünkü 2011-2014 arası oldukça zorlayıcıydı. Çünkü o yıllara dek çözmem dönüştürmem gereken çoğu şeyi zamanında yapmadığım için, biriktiği için bu üç yıla sıkışmıştı. Ve 2015 yılı da olan herşeyi gözlemleme yapma şansı verdi bana. İyi de oldu.

Yaşamımız budur, ne olmak için geldiysek bu oyun alanına, olabilmek için olaylar ve insanlar çıkar karşımıza. Bizler oradaki çer-çöpe takılıp, manadan uzaklaşırsak, görev yeterince yerine gelmemiş olur. Ve öğreti kendini tamamlamak için benzer kişi ve ya olayları karşımıza çıkarmaya devam ederek çemberi kapatmaya çalışır. Eğer “bunlar hep beni buluyor” dediklerin var ise, bil ki öncelikle anlaman ve dönüştirmen gereken konuların bunlardır. Ve sen olanların altındaki manayı çözmedikçe aynı veya benzer olayları yaşamaya devam edersin. 

Yaşadıklarımız her zaman kendimizle ilgilidir, çünkü bu yolculuk kendi ruhlarımızın yolculuğudur, başkalarının değil. Yaşamımız boyunca başkalarına dokunuruz, başkaları bize dokunur, her düzeyde çokca paylaşım olur, kendimizi gerçekleştirmek için olmalıdır da. Hayat içinde birbirimizin hem öğrencisi hem öğretmeniyizdir. Bu gezegende bireyselliği öğreniyoruz, bütünün parçası olan, bireyselliğini keşfetmeye çalışan, bunu yaparken bütünün bir parçası olduğunu unutmayan, kendini gerçekleştirmeye çalışan insan bedenindeki ruhsal varlıklarız. Algın burada olmalı, dengeyi kurmakta olmalısın yani hem dünyevi hem ruhsal olduğunu daima hatırlamalı ve olan herşeye bu çerçevede bakabilmelisin.

2015 de benim çok büyük öfkelerim, kızgınlıklarım, kırgınlıklarım olmadı.

Diyeceğim o ki sevgili okuyan, 2015 çoğu kişiyi zorladığı kadar seni de zorladıysa şikayet etmek yerine neleri öğrendiğine bak. Kendinin nasıl bir farklılıkla olanlardan çıktığına bak. Bazen bunu söylediğim kişilerden aldığım “herkese güvenmemeyi öğrendim”, “bencil olmayı öğrendim”, “inanmamayı öğrendim” gibi cümleler değildir anlaşılması gerekenler. Çünkü bunlar yukarıda bahsettiğim çer-çöpe iyi örnektir. Bunlar değildir yaradılışın bize öğretmek istedikleri. 

Lütfen önyargısız, olabildiğince tarafsız yeniden bak yaşadıklarına, gerçekten ne için yaşamış olabilirsin bunları?

2015 de neleri keşfettin?

2015’te ruhun adına, yaratılış adına neleri farkettin? 

3 Ocak 2016 Pazar


ALBASTI / UYKU FELCİ


Bak şimdi, pek korkunç bir hikaye anlatacağım. Arkana yaslan, tutun bir yerlere fena bir hikaye geliyor sana. Çocukken ödüm kopardı anlatacağım şeyden, çok korkardım, şaka yapmıyorum sırf bu sebepten uyumak istemedim geceleri hatırlıyorum. Çünkü hep ama hep gece olurdu mevzu. Sibel ile aynı odada kalırdık, bakardım kardeş ohh mışıl mışıl uyuyor, bende gözler far görmüş kedi gibi. İtiraf ediyorum, kısakanırdım melekler gibi uyuyan kardeşimi, bu niye bana oluyor diye.

Anadolu'da  “al bastı” veya “karabasan” derler adına.  Hani hatırlıyor musun Lilith’i anlattığım yazıda da bahsetmiştim bundan.

İsmi çeşit çeşit olan bu durum ile bendeniz çocukken tanıştı. Tam uykuya dalarken, yani tam o uyku ile uyanırlılık arasındaki halde iken, birden tüm bedenini kaplayan bir ağırlık çökerdi üstüme. Bu öyle bir ağırlıktı ki, parmağımın ucunu dahi oynatamazdım. Ben ancak nefes alışlarımı hızlandırarak yanımdakini uyandırmaya çalışırdım. Zaten başka da bir şey yapmak mümkün olmazdı.

Dediğim gibi daha küçükken tanıştığım Al Bastı, bazen aylarca uğramaz bazen de birkaç gece üst üste gelirdi. Çok sık olmadığı ilk zamanlarda ve kendim de uydurduğumu sandığım için, aileme hiçbir şey söylememiştim. Ama ailesine söylemeyen ben ne yaptım? Gittim 11-12 yaşlarındaki, yaşıtlarımla konuştum. Aman Allahım! Konuşmaz olaydım meğer neler neler varmış benim arkadaşlarda! Dinledikçe bende bir ufuk bir ufuk görmen lazım, ufkumun açılmasından kapanamayacağım neredeyse. Cinlerden giriyoruz,  şeytandan çıkıyoruz. Bunların kaşını gözünü kuyruğunu boynuzunu falan anlatıyor benimkiler, sanırsın sabah akşam beraberler. Dinlerken çok heyecanlı amma lakin eve gidipte gece olunca fena.  Zaten ödlek olan ben artık neredeyse tuvalete gitmeye korkar hale geliyorum. Her an bi yerden, yeşil bi yaratık çıkacak veya biri arkamdan tıslayarak “seni götürmeye geldim” diyecek diye.

İş içinden çıkılmaz bir hale gelince anneme anlatmıştım, şaşırmadı ve kolay dedi yastığımın altına bir makas koydu, birkaç gece benimle uyudu. Hatırlıyor musun Lilith’i anlatırken, loğusa kadınlara gelmesin diye yastıklarının altına bıçak veya makas konulduğundan bahsetmiştim.

Aslına bakarsan hikaye eski, Lilith’e kadar gidiyor. Anadolu’da ve tüm Türk boylarında “albastı” dan bahsediliyor. Türklerin İslam’dan önceki dini olan Şamanizm’de bol bol bahsediliyor Albastı’dan... Albastı’ya dair bilgileri okudukça şaşkınlığım arttı çünkü bu durum Şamanizm ile sanırlı değil, Kuzey ülkelerinden, Avrupa ülkelerinden, Meksika, Hindistan, Çin, Japonya’ya kadar birçok kültürde ve hatta neredeyse Dünya’nın tüm kültürlerinde değişik isimlerle yer alıyor. Ve çare neredeyse aynı makas bıçak gibi kesici bir alet veya dualar, muskalar. Tevekkeli değil annemde ilk öğrendiğinde hemen yastığımın altına makas koymuştu.

İşin bilimsel kısmına gelirsek, bu duruma “uyku felci” diyor uzmanlar. Uyurken, rüyada gördüklerimizi bedenimiz aynen yapmasın diye, beyin REM uykusunda iken, sinirlere sinyal gönderen birçok yeri kapatıyor imiş. İşte uyku felci bu halde iken oluyormuş. Yani REM uykusundan uyanık duruma geçse de beden, felcin devam etmesiyle oluyor imiş. Dolayısıyla bilincin açıkken hareket kabiliyetin sıfırlanıyor imiş.

Vallahi bende şahidim :) gerçekten zihnin açık, bilincin yerinde oluyor ama bedeninin hiçbir yerini bir milim kımıldatamıyorsun.   

Al Bastı veya Uyku felci, adı her ne ise ilginç bir deneyim. Bedenin özgürce hareket edebilmesinin ne büyük bir nimet olduğunu hatırlatan, beden ve beyin senkronizasyonunun ne kadar önemli olduğunu anlatan bir deneyim...

GİTME Bİ YERE Tanıştığımızda yazın ilk ayıydı. Küçük bir odada kalorifer peteğinin önünde masmavi bakıyordun bana.         ...