12 Kasım 2017 Pazar


GİTME Bİ YERE

Tanıştığımızda yazın ilk ayıydı. Küçük bir odada kalorifer peteğinin önünde masmavi bakıyordun bana.



                                                          Tanıştığımız gün

O günden bugüne insan yılı ile beş yıl altı ay geçti. Tam beş yıl altı ay boyunca her günümdeydin. Masmavi boncuk gözlerin minik siyah burnun ve tapılası siyaha çalan koyu gri patilerinle her günümde sen vardın. Biz birbirimizin yol arkadaşıydık, öyle seçmiştik birbirimizi, ölene kadar birlikte olacaktık ve o son güne daha çok vardı. Öyle sanıyordum öleceğini bile bile hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan her insan gibi..

Halsizlik ve yüksek ateş belirtileri ile götürdüğümde doktorunun “boşuna telaş etmişsin bir şeyi yok mevsim değişiminden” diyeceğini sanıyordum. Senin duygusallığına şımarıklığına verecektim mevzuyu, hani eve birilerinin gelmesinden pek hoşlanmazsın küser gidersin ya öyle sandım ben. İnsan işte aklına kötü bir şey getirmiyor ki.. hele ki söz konusu kıymetli ise.. hiç gelmiyor o kötü fena ihtimaller..

Seni doktoruna emanet ettiğimde sevmedim o endişeli bakışı, o “hımmm” diyen ses tonundaki kasveti de sevmedim.. hani insan kötü bir şey duyacağını bildiğinde soru sormaz susar ya, hani o bilinmezliği bile bile uzatır ya, çünkü o kötü haber bilinmezlikten daha beterdir ya.. işte öyle sustum ben de.. susarsam o kötü haberi de almam diye..

Aldım..

Bir kaç saat sonra birçok hastalığın olduğunu öğrendim. İlk tepkim donmak oldu.. Hiç beklemediğim ve beni çok korkutan o hastalığı duyduğumda ise tepki veremedim.. diğerleri neyse de o olmamalıydı.. dondum kaldım... Ve her zaman yaptığım gibi yine inanamadım.. İnanamıyorum ben biliyor musun, öyle ölüm veya hastalık kıymetlilerime uğramaz sanıyorum. Öyle olsun istiyorum.. İnsan işte hani ölümü hastalığı yakıştıramazsın ya kendine ya da sevdiklerine öyle işte benim ki de.. Sonra gözlerimden fışkıran yaşlar, durmadan durmadan.. Sen kucağımda.. sana bakıp bakıp bıraktığım yaşlar.. Yoğun üzüntü şaşkınlık ve suçluluk.. Evet canımın içi, suçluluk duygum çok yoğundu sana bakıp bakıp ben mi yaptım acaba ben mi sebep oldum diye kendimi yedim bitirdim... Doktoruna anlattım aklımdan geçeni “saçmalama” dedi “her şeyden olabilir, en kuvvetli ihtimal anasından geçmiştir, ve artık neredeyse tamamında var bu hastalık” dedi... dinlemedim ben, çünkü benim sebep olma ihtimalim yüksekti bana göre ve o an o teşhisin konulduğu ve senin bana baygın mavi baktığın an kararımı verdim ve dedim ki, “ben sebebim bu hale”.. Acı çekmek istediğimizde yaparız biz bunu, düşünür karar verir aksi argümanlar karşısında ikna olmaz –acıya karar verdik çünkü- ve kendimize eziyete başlarız. “Benim yüzünden”bilinen en yaygın acı çekme araçlarından biriydi ve o an elimdeki buydu, suçlu bendim canımın içi.




                                                  Tedavi olmaya başladığında

Geçtiğimiz Şubat’tı ve ben yurtdışına gidecektim tatile, yurt içi olsa kolaydı beraber giderdik seninle çoğu kez yaptığımız gibi. Ama işte konu yurtdışı olunca olamadı, sana daha önce göz kulak olanların da hiçbiri müsait olamadı ve ayrı kalacağımız süre de uzun, 8 gün gibi bir süre olunca, seni arkadaşıma bıraktım tüm özel eşyalarınla birlikte. Beş yıl altı ay boyunca ilk kez bensiz evinden ayrılmış oldun böylece.. 8 gün kaldığın o evde ise, sen yaşamaya başlamadan iki hafta önce bir ölüm gerçekleşmişti. Sebebini sormamıştım.. Oysa sormalıydım..

Döndüm tatilden, havaalanına iner inmez ilk işim taksiye atlayıp sana gelmek ve tabi ki seni alıp öpüp koklamaktı. Koşa koşa gittim seni almaya, sesimi duyduğun an koştun bana. Tanrım ne çok seviyoruz biz birbirimizi, yine aşkla dolduğum anlardan biriydi. Birkaç gün sonra ben yokken sana annelik yapan arkadaşımla kahve içip sohbet ederken, “sahi” dedim “neden öldü?” Söyledi.. Duyduğum an dondum, kalbim sıkıştı, nefes alamadım, elimde kahve asılı kaldı. Endişemi gören, kaybın ne demek olduğunu bilen arkadaşım çok üzüldü “ona ait hiçbir şeyi kullanmadık, ev iki kez temizlendi, lütfen rahat ol” dedi ancak ben almıştım bir kez zehiri.. ve o an yine karar vermiştim senin hasta olacağına. Sakin görünmeye çalışıyordum ama içimdeki fırtınayı gelgiti anlatamam sana.. sürekli “nasıl sormadım bunu nasıl sormadım ben ne yaptım” diyordum kendimi yiyerek.. Yapacak tek şey, iş çıkışı seni doktoruna götürüp kontrol ettirmekti. Gittik kontrollerin oldu temizdin.. Ancak bu kesin ve son bilgi değildi çünkü sonrasında da çıkabilirdi.. Günler haftalar aylar geçti.. Hayat, hayatımız devam ediyordu, yine tatile gittik seninle, yolculuklarımız oldu uzun ve kısa, bazen evde beraber takıldık, sabahları bazen birlikte yumurta yedik, geceleri kucağıma geliyordun ve çoğu gece birlikte uyuyorduk. Keyfimiz yerindeydi ve ben bu mevzuyu unutmuştum bile, sanırım sen de..
Ta ki işte o sabah sen kucağımda iken doktorun hastalığını söyleyene kadar.. Ta ki ateşler içinde yatan sana bakıp ben ne yaptım diyene kadar.. O suçluluk duygusuyla hıçkıra hıçkıra kahrolana kadar..
İki gün sonra öğrenebildik ateş halsizlik ve kabızlığının sebebini, sen anal kanal fistülü olmuştun, kıçındaki yara feci iltihaplıydı ve bu iltihap ateşe yol açıyordu, biraz içerde olduğu için ilk gün farkedememişlerdi. Ve farkedilmediği için genel enfeksiyon testi yapıldığında o melun o beni kahreden suçluluk duygusuyla yerden yere vuran habere ulaşmıştık, oysa sebebi orada değil başka yerde, kıçında aramalıydık.

Doktorun anlattı uzun uzun evden kapma olasılığının neden düşük olduğunu. Dinledim. Ancak hala ikna olmuş değilim, ki inan bana olmayı çok istedim, hala benim sebep olduğum düşüncesi var aklımda. Ve bu tip durumlarda yoğun şekilde hissettiğim hal geliyor yine, geçmişe, o ana dönme isteğim geliyor.. Gideyim o güne ve seni evinden evimizden hiç çıkarmayayım istiyorum, olmuyor.. İşte bu yüzden sevgili okuyan, her verdiğimiz kararın ne olduğuna hep dikkat etmek lazım, verilen o kararların değişmesi zaman ve çaba gerektiriyor çünkü..

Olan oldu.. her ne ise ve her nasılsa sen bu virüsü kaptın, taşıyıcısın şu anda. Bunda bi sıkıntı yok hayatının sonuna kadar taşıyıcı olarak yaşama ihtimalin yüksek, istatistikler söylüyor bunu... Ayrıca 3 yaş üstü olduğun için de şanslıyız, üç yaştan sonra mutasyon daha nadir görünüyor tabi yine istatistiki olarak.. Kefir yemeye başladık beraber, her gün reiki yapıyorum sana, her gün konuşuyorum seninle, mavi mavi bakıp dinliyorsun beni, sen beni dinledikçe daha çok anlatıyorum sana.. Bol bol özür diliyorum senden af diliyorum.. bakıyorsun bana evet der gibi gözlerini kısıyorsun. Bilmem belki de ben görmek istediğimi görüyorum.. insan bunca sevdiği birine bunca zarar verebilirmiş demek, bunu da öğreniyorum ve itiraf edeyim çok ağır bu, ağır bir yük.. Bunu da çözeceğiz bununla da barışacağız elbet.

Artık senin yanında ağlamıyorum, ben ağladığımda sen de kötü oluyorsun bunu farkettiğimden beri yanında ağlamıyorum... gülüşüyoruz seninle..

Bunları yazdığım şu gün de tedavin hala devam ediyor, her geçen gün daha iyiye gidiyorsun. Kıçın oldukça yaralı, yalamayasın diye kafana şu huni gibi olan plastiklerden taktık, hiç hoşlanmadın bundan, mavi gözlerinde kızgınlık vardı ama bu da geçecek..

Hepsi geçecek sen yine anahtarın sesini duyduğun an kapıya koşacaksın ben yere çömelip seni kucağıma alacağım. Seveceğiz birbirimizi her gün her gün yeniden hep olduğu gibi..


Atlatacağız bunu inançtan öte biliyorum.. 





6 Kasım 2017 Pazartesi

Candan Erçetin-Bahar


Hiç düşündün mü mutsuz olmak için kendi kendini gaza
getiriyor olabilir misin?

Mesela diyorum odağını olumsuzdan olumluya kaydırsan ve bu
gününün çoğunu kaplasa ne olurdu?

E mutsuzluğu yarattığını görüyorsun da aynı şekilde
mutluluğu yarattığını neden görmüyorsun?

Unutma sevgili okuyan, hayat beklentilerinin ötesinde
umutlar taşır..

Sen beklenti ile değil umut ve gayretinle başla güne..      

Her yeni gün yepyeni bi bahar çünkü bahar sensin :)










MUTLULUK

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım “biliyor musun” dedi “seni ilk tanıdığımız günlerde mutlu ve olumlu halin için bir şeyler mi kullanıyor dedik”.

Bu cümleyi ilk duyduğumda anlamadım ve şaşkın bir şekilde teyit etme ihtiyacı duydum, “yani mutlu olduğum için, mutlu eden bir maddeye ihtiyaç duyduğum konuşuldu öyle mi” diye sordum “evet” dedi. “Ne üzücü” dedim..

Gerçekten de üzücü.. Düşünsene sevgili okuyan, mutlu olmak, o kadar uzak ve o kadar zor görünüyor ki bazılarımız için, “hımmm bu kadar mutlu ise mutlaka destekleyici bi şey vardır” denilmiş..
Oysa o kadar yakınımızdaki mutluluk.. En az “o hep hayatımda” dediğin mutsuzluk kadar yakın. Asıl soru, elin hangisine uzanıyor?

Hiç merak ettin mi bir gün boyunca, bir 24 saat boyunca, zihninden geçen düşüncelerin ne kadarı olumlu, ne kadarı olumsuz? Bahse girerim çoğumuzun olumsuz düşünceleri dört nala önden koşar. Tuhaf varlıklarız biz, çiçek varken çiçekteki dikene veya yağmur yağarken çamura odaklanırız sadece. Bi de dikeni ve çamuru gördüğümüz için övünür anlatırız etrafımızdakilere oysa belki de maharet dikende ki çiçeği çamurdaki berrak damlayı görebilmek. Çünkü hangisini görmek istediğimize sadece biz karar veriyoruz.

Hep diyoruz ya mutluluk da mutsuzluk da seçim diye, hazır konu işten açılmışken örneği de oradan vereyim, mesela bir okul düşün dört öğretmen olsun orada ve her birinin de bir sınıfı. Üç sınıf fiziksel yönden sağlıklı çocukların oluşturduğu, kalan bir sınıf ise engelli çocukların öğrenim gördüğü bir okul olsun bu. Dört öğretmenin dördü de, işini seven ve işini iyi yapan eğitimciler. Ve bu okul sık sık spor yarışmalarına katılıyor olsun. Engelli çocukların olduğu sınıfın öğretmeninin iki seçeneği var, ya neden benim sınıfımda her faaliyeti dört dörtlük yerine getiren, daha “sağlıklı, başarılı” çocuklarım yok diye mutsuz olacak ya da elindeki çocuklarla çıkabildiği en yükseğe çıkmaya, yürüyebildiği en uzun yolu yürümeye çalışacak. Birinci yolu seçtiğinde, olumsuz düşünceleri davranışlarına yansıyacak ve işe şikayet etmekle başlayacak. Mevzuyu şikayet edecek hem okul yönetimine hem diğer öğretmenlere hatta belki öğrencilerine. Kendisinin aslında ne kadar mükemmel bir öğretmen olduğunu, bunu haketmediğini çok başarılı bir kariyerinin olduğunu falan anlatacak. Hızını alamayıp konuşurken içindeki tüm haksızlığa uğramışlığını, kızgınlığını da anlatacak.

İkinci yolu seçip buna ilişkin düşüncelerini davranışına yansıttığında ise çocuklarının zayıf taraflarını bilerek, onlara uygun bir program hazırlama yoluna gidecektir. Onları hayata, ellerinden gelenin en iyisini yapabilecekleri şekilde hazırlar. Bunu yaparken de hep gülümseyecek, ben yanınızdayım hissini verecek ve hem kendine hem çocuklarına motivasyon verebilecektir. Okulun diğer sağlıklı çocukların özünde kendilerinden farklı olmadığını ama yapabilecekleri konusunda farklı yetenekleri olduğunu çocuklarına anlatabilecektir.

Konuya “deneyim ve öğrenme” penceresinden bakar isek iki yol da doğrudur. Çünkü seçimlerde iyi veya kötü yoktur sevgili okuyan, seni besleyen ve beslemeyen kaynaklar vardır. Yine her bir deneyime ruhsal öğrenme çerçevesinde bakmaya devam edersek, o deneyimi nasıl edindiğimizdir seçim dediğimiz yol. Ve birçok yazımda hatırlattığım gibi her sabah bir seçim ile uyanırız.

Şimdi mühtehzi bir gülümseme ile “e peki ya ölüm ya acı ya keder ya hayalkırıklığı bunlar ne olacak sevgili Pollyanna” diyor olabilirsin J  Haklısın sevgili okuyan, var ölüm var acı var kayıp var hastalık var aşk acısı var özlem var var oğlu var. Ve hep olacaklar. Mevzu bunları yok saymak değil, görmezden bilmezden gelmek hiç değil. Bilakis görmek her ne varsa görmek ancak buralarda takılıp kalmamak. Mesele mutsuzluğun sebebini yaşamın odağına oturtup, bunlardan beslenmeyi alışkanlık haline getirmemek.


Yoksa işte sevgili okuyan, mutlu olmak için hep başka birine veya başka bir şeye ihitiyaç duyar halde oluruz. Kendi varlığı ve kaynakları ile mutlu olmayı seçen kişilere de uzaydan gelmiş gözüyle bakarız J





6 Eylül 2017 Çarşamba


Geçecek..


Biliyorsun sen bunu

İlk kez yoklamıyor ki bu çarpıntı

Önce de yaşadın biliyorsun

An gelecek kesilecek nefesin

Duracak kalbin

Ya da tam tersi

Öyle hızlı atacak ki korkacaksın

Korkma

Geçecek

Biliyorsun sen bunu

İlk değil ki bu

Bu hal bu his biliyorsun sen

Daha önce nasıl geçtiyse


Yine geçecek..







Özüne ulaşmanın bi tek yolu yok. Sen bir yol keşfetmiş olabilirsin ve bu yol sana çok iyi gelmiş olabilir, hatta bu yol seni sana götürecek de olabilir.

Ancak bulduğun yol başkalarının yolu olmayabilir, kendi yolunu "al sen de dene" diye diretemezsin, diretmemelisin. O, isterse gelir sana ve ışığından faydalanabilir. Benim ışığım var diye pazarda dolaşır gibi dolaşamazsın. Bu senin yolundur, senin hikayendir, anlamak paylaşmak isteyen varsa ne ala yoksa kimseyi ikna edemezsin, etmemelisin de zaten..

Gezegende yaşayan insan sayısı kadar yol var, biri diğerinin üstünü veya daha iyisi değil, daha mükemmeli hiç değil. Çünkü mükemmel dediğin şey aslında bir yol değildir, o yoldaki eylemlerin için attığın ilk adımda ki cesarettir. O ilk adımda ki cesarettir, eylemlerini kusursuz kılan..

Bazen kendini, yolunu kaybetmiş hissedebilirsin, belki de erteliyorsun yolunu başka zamanlara. Bırak öyle kalsınlar, kasma bulacağım diye. Ve endişelenme lütfen, kaygı duymak yerine, başkalarının deneyimlerine göz atmanın en güzel zamanını yaşa.. Gerçekte ne yapmak istediğini gör. Olmak istediğin halini değil, olduğun halini görmeye çalış. Kaybettiğini veya ertelediğini sandığın yol çıkacaktır yeniden karşına.. Yeter ki bakmayı bil..

Yolun açık olsun sevgili okuyan..





22 Ağustos 2017 Salı




Uyan!

Uyumak için önünde sonsuzluk var

                                                                                   Ömer HAYYAM




CESARET 

Sonsuz bir uykuda gibisin. 

Uyanmak ile uyanmamak arasında gidip geliyorsun, bir yanda  uykunun sonsuz güvenliği diğer yanda uyanmanın getireceği belirsizlik bilinmezlik...

Cesur olmak gerekiyor ne dersin? 






DÖRT ANLAŞMA


KULLANDIĞIN KELİMELERİ ÖZENLE SEÇ
HİÇBİR ŞEYİ KİŞİSEL ALMA
VARSAYIMDA BULUNMA
DAİMA YAPABİLDİĞİNİN EN İYİSİNİ YAP


Toltek Bilgeliği ile ilk ne zaman tanıştığımı hatırlamıyorum, hatırladığım tanıştığım andan itibaren sevdiğim ve hayatıma dahil ettiğim..

Tüm yaşamın ana ögesinin “ilişki” olduğunu düşünüyorum. Sende hayatına baktığında sevgili okuyan, her bir anının çeşit çeşit ilişkiler ile çepeçevre sarılı olduğunu göreceksin. Bahsettiğim sadece ailenle kurduğun ilişki veya sevdiğinle, iş arkadaşlarınla yürüttüğün ilişkiler değil. Servis şoförü, marketteki adam, kasadaki kız, yemeğini getiren garson, sokağındaki evsiz gibi hayatının herhangi bir yerine dokunan herkestir kastettiğim. Sadece kişiler de değil üstelik, sözcüklerini duyamadıklarımız da var, mesela doğa ile kurduğun ilişki, mesela dünya ile kurduğun, evren ile kurduğun veya maddi varlıklarınla işin, araban, evin gibi...

Bir başka deyişle bana göre “yaşam eşittir ilişki”.

Hayatı ne kadar kaliteli ve doyurucu yaşadığın, işte tüm bu ilişkilerin sonucunda ortaya çıkıyor.

Ve bu ilişkilerin başlangıç noktası sözler... hatırla, önce söz vardı, demişti kadim kitaplardan biri...Her şey dudaklarından dökülen kelimelerle başlıyor. Artık biliyorsun, söz büyüdür. İşte bu nedenle daha yeni açmışken gözlerini ve başlamışken yeni güne ilk sözcüğün o günün belirleyicisi oluyor aslında.  Pencerenden baktığında yağan yağmurla, kapayan gökyüzü ile, yakıcı güneşle kavga etmek de seçimin, gülümseyerek ve tüm içtenliğinle merhaba demek de. Hayat seçimlerden ibaret diyoruz ya gitme o kadar uzağa sevgili okuyan, hayat dediğin şey şu anda başlıyor. Ve sen şu anda da bir seçim yapıyorsun. Kullandığın her bir kelime çok çok değerli, yaydığı enerji çok çok güçlü. O yüzden dikkatli ol derim konuşurken, ne dediğini önce sen duy.

Birilerinin sözsel veya davranışsal hakareti ile karşı karşıya kaldığında, tepki vermeden önce de dur ve düşün. Sana yapılan veya söylenen değil orda özne olan, karşındaki kişinin iç dünyası bunları ona yaptıran. Bunun bilincinde ve farkında olarak yaklaş gelişen duruma. Bu bakış açısı ile baktığında olanlara, karşılaştığın hiçbir şeyi kişisel almadığını göreceksin. Canını sıkan şey seninle değil karşındaki ile ilgilidir. Unutma ne hissediyorsan o enerjiyi yayarsın. Mutsuz insan mutsuzluk enerjisi yayar, öfkeli insan öfke enerjisi yayar, sevgiyi bilen kişi de sevgi enerjisi yayar. Sana rastlayan mutsuz öfkeli kırgın vs. ise bırak o kendi yoluna gitsin, sen kendi sevgi şefkat ve sakin yoluna...

Dedikodu yapmayı, varsayımlarla hareket etmeyi seven bir milletiz. Konuştuğumuz kişilerin nasıl bir ruh hali içinde olduğunu, hangi yollardan geçtiğini, büyüdüğü çevreyi vs. düşünmeyiz. Konuşuruz konuşuruz, ne de olsa her şeye dair fikirleri olan insanlar topluluğudur bu topraklar. İşte artık bundan vazgeçmelisin sevgili okuyan, biri hakkında konuştuğunda durmalı ve farkına varmalısın. Bu konu benim başıma gelseydi ben nasıl davranırdım, ben olsam ne yapardım, acaba bu olaydan öncesi ne idi gibi sorular sormalısın. Ve bunları sormaya başladığında, artık bunun gibi seni hiç beslemeyen, gelişimine hiç mi hiç katkısı olmayan mevzulardan uzak durduğunu göreceksin.

Ve ilişkilerin tepe yaptığı yerdesin şimdi, kendinle kurduğun ilişki. Kendin ile, öz varlığın ile, ismin ile, ruhun ile kurduğun ilişkiye lütfen bak. Lütfen bunun için vakit ayır ve bak buna. Sağlıklı bir ilişki kurabilmek için öncelikle mükemmel olmaktan, hep haklı olmaktan, hep doğru olmaktan vazgeçmelisin sevgili okuyan, çünkü sen zaten mükemmelsin. Üzeri toprakla, çamurla kaplı mücevher gibisin. Yapman gereken tek şey o çamurdan kirden arınmak. Ayrıca mükemmel olma gayretine girmene hiç gerek yok. Bu konuda kendine yüklenme lütfen, olmayan ve olamayacak silüetlerin peşinden koşacağına olabildiğinin en iyisi ol, yapabildiğinin en iyisini yap. İçin rahatsa, gönlün eminse tamamdır olmuştur demektir. Birilerin senden beklediği kişi olma gayreti yerine, tüm gayretini bu dünyaya ne olmak için geldiysen ona ver. Her ne yapıyorsan yapabildiğinin en iyisini yap, kurduğun ilişkiler içinde bu böyle yaptığın işler içinde...


Pek kitap önermem çünkü herkesin ihtiyacı olduğu anda ihtiyacını karşılayacak metnin karşısına çıkacağına inanırım.. 

Bu kez farklılık yapıyor ve Don Miguel Ruiz’in “Dört Anlaşma” adlı kitabını öneriyorum :) 

Ne yani içimden gelene dur mu diyeyim :))


Hadi sevgili okuyan, sen de kendini hazır hissettiğinde, bi kaç sayfasını çevirmeye ne dersin?








SU
                                                                                Su gibi aziz ol
                                                                                        Anonim

Hayata su ile başlarız, ilk içeceğimizin yani anne sütünün ¾ ü sudur. Dünyamızın da dörtte üçe yakını sudur tıpkı vücüdümuz gibi. Tüm yaşam önce suda başladı diyor evrim teorisi... Velhasıl, su bu dünyadaki yaşamımızın olmazsa olmazı...

Tüm hayat için son derece önemli olan suyun yeryüzündeki miktarının ne azalıp ne de arttığını yani su döngüsünün mükemmel işlediğini biliyor muydun? Peki su döngüsü nedir?  Dünyamız su kaynaklarını okyanuslar, denizler, göller ve bir de yeraltı suları oluşturur. Su sürekli bir hareket halindedir, biçim değiştirir, insanlar, bitkiler ve hayvanlar tarafından kullanılır fakat gerçekte kesinlikle yok olmaz. İşte bu durum su döngüsü olarak adlandırılıyor.

                        Eğitim Posterleri – Okul Posterleri
                                                            

Sanıyorum 6-7 yıl kadar önceydi su kristallerini ilk gördüğüm vakit... Hani şu sözler karşısında tepki veren su kristallerinin fotoğrafları. İnanılmazdı suyun sözlere verdiği tepki. Etkilenmiş ama itiraf edeyim unutmuştum sonrasında. Sana aşağıda linkini vereceğim filmi* izledikten sonra suya olan ilgim yeniden canlandı. İlgimi çok çekmesinin bir nedeni de şifa çalışmalarında da suyun çokça kullanılıyor olması. Filmde su hem tüm yönleri ile anlatılıyor hem de yıllardır çalışan birçok bilim adamı ve araştırmacının yaptıkları deneyler, hipotezleri ve görüşleri yer alıyor. 

Deneyler, suyun hafızası olduğunu göstermiş. Su asla artmadığı veya azalmadığı gibi unutmuyor da. Deneylerde kullanılan sular, dünyanın birçok yerinden ve farklı durumlardan seçilmiş. Yani kullandığımız musluk suyu, içtiğimiz pet şişe suları, az bildiğimiz yer altı suları, göl, deniz ve okyanus suları, kirli hatta atıklı sular veya el değmemiş tertemiz sular kullanılmış. Aklına gelebilecek her türlü suyun örnekleri incelenmiş anlayacağın.

Mesela, Japon bilim adamı Masuru Emoto, değişik yerlerden aldığı ve değişik durumlarda olan suyun kristalize şekillerinde büyüleci farklılar keşfetmiş.  Akarsulardan ve kaynaklardan alınan su çok güzel geometrik şekilleri olan kristal desenler gösterirken, sanayi ve yerleşimin yoğun olduğu yerlerden alınmış kirli ve toksik su ve su borularında, depolarda bekletilen durgun su kesin olarak şekilsel bozukluk ve rastgele oluşmuş kristal şekiller oluşturmuş.

Ardından sulara farklı kelimeler söylemeye başlamış. "Teşekkür ederim, sevgi, teşekkür, ümit" gibi kelimeleri  kullandığı suların şekilleri mükemmel, kristaller kalemle çizilmiş gibi.  "Aptal, nefret ediyorum" vs. gibi olumsuz kelimelelerin söylendiği sulardaki kristal oluşumu ya yok ya da çok şekilsiz.

Bu durumu düşünce ile de denemiş ve aynı sonucu almış.

Sonra müziği denemiş, Beethoven,  Mozart veya sakin yerel müziklerin dinletildiği suların kristalleri de büyüleyici fakat heavy metal gibi sert müziklerin dinletildiği sular yine karanlık çıkmış mikroskopta...

Yani suya ne söylüyorsan, nasıl davranıyorsan, ne gösteriyorsan sana aynı şekilde cevap verildiği gözlenmiş. Su kendisi değiştiği gibi içindeki maddeyi de değiştiriyor. Üç ayrı kaba aynı miktarda aynı yerden çıkan pirinç konuyor deneylerin birinde. Birine her gün teşekkür ederim deniliyor, diğerine aptal deniliyor, üçüncüsüne ise kayıtsız kalınıyor. Bir süre sonra teşekkür edilen kap, hoş bir koku yayıyor ve pirinçler bozulmuyor, aptalsın denilen kaptaki pirinçler kararıyor, kayıtsız kalınan kaptaki pirinçler ise çürüyor... Emoto, yaptığı deneyler sonucunda en mükemmel kristalleri “sevgi” ve “şükran” kelimelerinin olduğu su kristallerinde görmüş. Sevgi ve Şükran..


                             emoto su deneyi ile ilgili görsel sonucu
                                                
Dünyanın çoğu su dedik, vücudumuzun çoğu su dedik, suyun hafızası var dedik ve suyun söz, düşünce ve görüntülere nasıl tepki verdiğini gördük.  Eğer düşünceler suya buna yapabiliyorsa bizim düşüncelerimizin bize ne yapabileceğini hayal et lütfen... Bir gününü düşün, ortalama geçirdiğin, senin "herhangi bir gündü" diye tanımlayabileceğin zamanlarını düşün... Kendine neler söylüyorsun, neler düşünüyorsun?
Su senin için mükemmel bir şifa aracı olabiliyor mu, sen kendinin şifacısı olabiliyor musun? Belki de o kadar ilgisizsin ki kendinin farkında bile değilsin. Şu andan itibaren içtiğin kullandığın her suya içinden seni seviyorum desen, deli derler di mi :) Kendine olumlu cümleler söylemeye, kendin için olumlu düşünmeye başla en iyisi.. Kendini bütünüyle, olduğun gibi kabul etmeye ve sevmeye ne dersin?

Hatırla, vücudunun çoğu su, sen ne düşünürsen sen ne söylersen aynen karşılık veriyor...

"Sevgi ve teşekkü ederim" mucize kelimelerdi, bu mucizeleri hayatına almaya şimdi, şu an var mısın?


*Filmi izlemek için;
Filme uygun altyazıyı eklemek için;






17 Ağustos 2017 Perşembe




Maske diyorlar ya yaş o iş,

Hayat dediğin öyle maskeyle falan yürümez.

Ya kendinsindir ya da değil

Öyle istemem yan cebime koy hiç olmaz.

Bunca mutsuz insan niye var sanıyorsun

Bunca maskeli yalan dolan?

Mutlu olmaktan korkanlar onlar

Korkuyorlar

Gerçek keşiflerden ölesiye kaçıyorlar..

Düşün,

Ya farkına varırsa yanılgının?

Ya kralı tamamen çıplak görürse

Görürse her şeyi çırılçıplak..

Oysa,

Bir olmazın ardına sığınmak ve bunu kale gibi sunmak

Kendinden emin anlatmak üstelik

Ne kadar kolay ve ne kadar güvenli..

İki yalan gülümsemeye feda ediliyor bir özden bakış

O öz bakış ki çok derinlerden gelen..

Mutluluğun sebebi hakiki yaşamlar yerine,

Öz bakışlar

Derinden gelen sözler yerine,

–mış gibi yapışlar edişler...

Yapışmış kalmış hepimizde...

Velhasıl sevgili dostum,

gerçek olmadıkça her şey

Bitmedikçe bitmeyecek bu hikaye.









Kardeşim

Karındaşım

Hastalanmış..

Onunla beraber hepimiz hastalandık..

İnsan tek başına hastalanmaz çünkü..

Hasta olandır acı çeken,

Ama yancıları çoktur bende acı çekecem diyen..

Hastalığın o eşssiz ilgi isteyen hali,

Bir tek hastaya bırakılamaz,

Hepimizin ilgiye ihtiyacı olur.

Öyle ya hasta olan yakınımdır,

Öyleyse ben de ilgiye muhtacımdır.

Bizler sevdiğinin acısından pay çıkaran,

O paydaki acı ile kıvranan varlıklarız.

Korkuya da ortağız,

Hani o noluyo lan korkusu var ya,

Ölümü dibine kadar hatırlatan,

İşte o korkuya da ortağız biz.

O korkuyu da bi tek hastaya bırakmayız.

Hep beraber korkuyor ve hep beraber susuyoruz,

Karındaş yatağında acıyla kıvranırken,


Biz de durduğumuz yerde olmayan acıyla kıvranıyoruz..







Şikayet şikayet şikayet duymAN LAZIM!

Burada olup duyman lazım,

Herkesin o kadar çok şikayet edip de kendini püru-pak çıkardığı durum var ki..

Hep herkes suçlu

Kurum suçlu müdür suçlu çalışan suçlu

Sevgili suçlu karı suçlu koca suçlu

Neredeyse Dünya suçlu

Ama kendisi haklı hep haklı çok haklı!

Kendine dönüp bakmaktan niye acizdir insan?

Niye bi kriz anında yav ben ne yapıyorum,

Ne yaptım da oldu,

Bu işteki sorumluluğum ne,

Neyi farklı yapsaydım veya söyleseydim sonuç başka olurdu?

Demez de Ahmet suçlu Mehmet suçlu der

Kabahat hem Ahmet'in midir Mehmet'in midir yahu?

İnsanın kendinin ve yaşamında olan her şeyin sorumluluğunu alması ciddi bir                 iştir.

Öyle her babayiğidin harcı değildir.

Ve zordur,

Yürek ister,

Hele ki adam gibi adabı ile yapmak için kesin yürek ister..

Yoksa ota b.ka sarmak çok kolay,

Kolay güzel kardeşim.

Ne güzel hayat düşünsene,

Hiçbir şeyde sorumluluğun yok,

Hep sen haklısın çünkü sen hep mağdursun,

Hep hakkını yediler dolayısıyla hep yardım edilmesi gerekensin.

Sana bi sır vereyim mi?

Sen aslında bir zavallısın ve zavallı olmayı seviyorsun.

Bunu böyle yekten desem sana, s..a.sın ağzıma.

Ama gerçek bu güzel dostum.

Sen hayatının sorumluluğunu alamayan,

Kararlarının arkasında duramayan,

Yavru kedi gözleriyle sürekli kendine acıyan,

Bir zavallısın.

Kendinle tanışmaktan korkan,

Gerçek kendini aynada çırılçıplak görmekten ödü patlayan,

Kendi yarattığın bahanelerin ve maskelerin ardına sığınan,

Bunları da matah bir şeymiş gibi durmadan anlatan,

Hep şikayet eden,

mız mız mız,


Çözüm için kılını kıpırdatmayan bir zavallısın.










Ne çok sevmiştik İzmir’i, anlatırdın yaşasaydın

Hatırlıyorum, ne çok şey keşfetmiştik o yaz..

İzmir, Alaçatı, Göcek taaa Kaş’a kadar ne çok yol..

Bir buraya gelmemişiz seninle,

Oysa güzel yermiş adı gibi Güzelbahçe.

Aslına bakarsan güzelliği manzarası

Başka da bir numarası yok, çok yer gibi

Deniz alabildiğince koyu mavi mesela

Şu parlement mavisi dediklerinden

Baktıkça kaybolduğum yitip gittiğim..

Güneş var bi de sıcacık kırmızı

Yittiğim yerden coşkuyla getiren

Getirip mavinin kenarına oturtan

Üstüne bir de anlatan

Bilmem ki ne diyor, duyamıyorum...

Neyse..

Rakı yok bu akşam, ki sen en çok rakıyı severdin

Bira var bu akşamın mönüsünde

Bira ve kalamar ve karides

Şu karidesi

Ankara’daki gibi yapamıyorlar hiçbir yerde

Hani şu Kaptanın Yeri’nde ekmeği bana bana yediğimiz

Yağını içtiğimiz acılı tereyağlı karides yok..

Yaşasaydın sen de hatırlardın o tadı...

Kalamar desen eh işte,

Olsan sevmezdin bunu da sen, yağlı derdin

Sağlıklı yaşamaya ne kadar meraklıydın

Hatırlıyorum...

Sende haklıydın nereden bilecektin bu kadar erken gideceğini?

Neyse..

Buranın ve şimdinin en iyi tarafı ne biliyor musun,

Şarkılar

Şarkıları..

En yenisi 80 lerden falan

Eski, hepsi çokkk eski şarkılar

Tanju, Esmeray, Nil, Funda, Cem hepsi burada

Olsan severdin burayı..

Yoksun diye senin için de içtim bu akşam

Güneş rakı burcuna girmeden derdin hep

Girmedi henüz burada


Çünkü bu akşam rakı yok, sen gibi...







31 Mayıs 2017 Çarşamba



Tam 7 gündür yoksun

Tam 7 gündür sensiz dönüyor Dünya

Ve sensiz doğuyor güneş...

Sanki hiç olmamışsın gibi,

Sanki hiç doğmamış,

Hep ölüymüşsün gibi,

Sensiz dönüyor sıkılmadan...

Gülüşünden yoksun oysa,

Ve muzip bakışlarından

Ve sözlerinden...

Ve dünya hala dönüyor sensiz...

Aldırmadan...

Tam 7 gündür

Bir dünya eksildim ben...







Meğer yaşarken ne şanslıymışız...

Nefes alıyor,

Hep beraber dans ediyorken, 

Kahkahalar atıyor

Yan masadakilere göz kırpıyorken...


Ve hatta tartışıyor

Ve hatta bir de surat asıyorken,

Asabilecek zamanımız var sanıyorken,


Meğer ne şanslıymışız...











Çok şey yazıyorum sana

Sonra hiç birini beğenmiyorum

Hiçbiri seni anlatmaya yetmiyor çünkü

Çünkü iki kelimeye sığmıyorsun sen...







Giderken,

Açıkmış gözlerin, 

Öyle dediler...

Kapatmak istemişler defalarca,

Kapatamamışlar...

O iki üzüm gözün açık gitmişsin,

Öyle dediler...








Öyle bir sevilmek ki öğrettiğin,

Tüm bildikleri unutturan...

...
..
.




BEN SENDE Kİ KENDİMİM


Nasıl da ağlamış, yeşil gözlerindeki o minik koyu kahve nokta hüzünleri nasıl da dönmüş acıya. Ve gözleri sanki hiç bu kadar yeşil olmamış gibiydi, o kadar ki, dalından düşen bir çift parlak yaprak gibiydi. Baktığımda O’na yalnızlığını görürdüm nedense, O her ne kadar kalabalıkların insanıyım dese de. 

Kızarmış burnunu sertçe silerken, ince parmaklarıyla uzattı elindeki buruşmuş kağıt parçalarını. İçiçe geçmiş buruşmuş ve biraz sümükten biraz gözyaşından ıslanmış sarı saman kağıtları. Sorar gözlerle aldım yavaşça, buruşmuş kağıtları açmaya çalıştım önce. “Bitmiş” dedi, “öyle diyor, bak yazmış her şeyi, oku ama yüksek sesle okuma bir kez daha dinlemeye tahammülüm yok” dedi. Köşede pencere kenarındaki ahşapları artık soyulmuş koltuğuna gitti, “oku sen” dedi “ben hayal edeceğim” dedi, “onun iyi haline, gülen yüzüne ihtiyacım var” dedi ve gözlerini kapattı.

Hangi sayfanın ilk olduğunu anlamaya çalıştım önce, dağınıktı çünkü sayfalar, kiminde üst üste yazılmış yazılar, kiminde sade bir kaç satır. Belli ki farklı farklı zamanlarda yazılmış ve tek seferde gönderilmiş bir mektuptu bu.

“Merhaba” diye başlayan ilk sayfayı buldum ve yeşil gözlünün karşısındaki diğer berjere geçtim. Ayaklarımı altımda toplayıp, bi sigara yaktım..

“Merhaba,

Yazacak çok şey yok gibi, sanki tüm düşünülenler bir öncekinin tekrarından ibaret... Yine de deneyeceğim yine de yazmayı deneyeceğim sana.

Çok özlüyorum, gitmek istediğimde bu kadar özleyeceğimi tahmin etmemiştim, çünkü daha önce de çok gittim ben. İtiraf edeyim bunları düşündüğüm, geçmiş gelecek her şeyin karıştığı an, her şeyin değiştiği o an, aslında kararımı vermiştim. Beni uyutmayan şey korkularımdı. Bugün hala yanında değilsem ve sana sadece yazdıklarımla sesleniyorsam demek ki iyi ettiğimi düşünüyorum hala. Gittiğim yerde kaldığıma göre, kalmaya devam ettiğime göre demek ki iyi etmişim diyorum hala... Bunu bilmek seni özlememe engel değil.

Senden gittiğimden beri boğazımda bir yumru ile dolaşıyorum. Olur olmaz yerde dalıp gidiyorum, farkettiğim an saçmalama deyip toparlıyorum kendimi. Yalnızken, kendimi sadece kendime açmışken, kendimi koyvermişliğim olmadı değil. Sesini, sohbetlerimizi, beni sevmeni, saçlarımı okşamanı, sinirlendiğimde beni sakinleştiren sesini öyle çok özlemiştim ki koyverdim akmak isteyen yaşları. Varsın aksın erkek adam ağlamaz derler ya, bok ağlamaz. Ağladım ben hem de gözyaşıma doya doya . O rengini çok sevdiğin hardal kanepede ne çok geceledim. Oyalanmak için okurken bir şeyleri uyuyakalıyordum, iyi de oluyordu aslında ertesi gün ki sırt ağrıları hariç. Bana bir telefon kadar uzak olmana rağmen görüşmeyeceğiz seninle, başa sarmayacağız. İzlediğimiz diğer filmler gibi tekrar tekrar izlemeyeceğiz. Diğer tüm özlemler gibi bu da sakinleşecek. Görüşmeyeceğiz çünkü yol bitti.”

Okuduğum ilk sayfanın sonuna doğru kelimeler aşağıya doğru kayıyordu, belli ki yazanın astigmatı vardı. Yeşil gözlünün sevgilisi ile yani mektubun sahibi ile tanışamamıştım, biz tanışamadan gitmişti yeşil gözlüden. Bu nedenle tanışıklığım, anlatıldığı kadardı. Okurken üzülmüştüm giden sevgiliye, belli ki O da acı çekiyordu ve yine belli ki anlattığından çok daha fazlası vardı. 

“Bitti mi” dedi köşedeki ahşabı sıyrılmış koltuğundan, “yok” dedim “ilk sayfayı okudum ikinciye geçiyorum şimdi” dedim. “Bi bok yok orada” dedi, “asıl bomba sonra” diye ekledi, en çok canını yakan sonuncuydu herhalde. Meraklı bakışıma aldırmadı yine gözlerini kapadı “oku sen” dedi.
Gerçekten ikinci sayfada yazılanlar birkaç satırdı, zaten sayfa da yarımdı. Elle kesilmişti kağıt, alttaki yazılanlar sonradan görülsün istememişti herhalde. Bir kaç satır vardı sadece.

“yine merhaba, böyle karşımdaymışsın gibi yazınca daha kolay oluyor sanki, kendimi kandırmak böyle daha kolay. Aslında yalan söylüyorum sana. Seni özlerken sendeki kendi hallerimi özlüyorum, özlediğim sen misin yoksa sende ki ben mi bilmiyorum artık.”

Burada bitiyordu daha doğrusu buradan itibaren yırtılmıştı sayfa. Çok derin bir iç çekiş ve “canım benim” diye mırıldanan yeşil gözlüye baktım. O ne bu odada ne de benimleydi, şimdi o giden sevgiliyle bir başka yerde bir başka haldeydi.

Bu birkaç satırı okuduğumda ne doğru söylemiş dedim. Bilirsin yaşamlarımıza birçok kişi girer sonuncuya kadar, aslında yaşamımızdaki her bir kişinin görevi de bizleri o sonuncuya götürmektir, asıl önemli olmaları bu sebepledir. Ve geçmişimizi düşündüğümüzde, kişileri hatırlamayız aslında, daha çok o dönemde yaşadıklarımızı hatırlarız, nasıl hissettiğimizi hatırlarız...”

Üçüncü sayfaydı elimdeki en çok da bu ıslaktı, galiba en çok gözyaşı ve sümük burada vardı.
“Hayatı tek bir aşka sığdıramazsın” diyordu sonuncu mektupta. “Aşk dediğin şey bir olma halidir, bir sonuç değildir. Ve illa bir kişiye aşık olmak da değildir, mesela şu an baktığım denizde salına salına giden vapur, şu özgürlüğün tadını alırcasına uçan martı da belki aşktır” diyordu sonuncu mektupta. “Seni gülümseten hadiselerin tamamı var ya, işte onların tamamı da aşk. Ben şimdi o uçsuz bucaksız denize, o kaygısız vapura, o özgürlük düşkünü martıya aşık olmaktayım. Bu oluşum, bir sonraki aşka kadar devam eder. Yaşadıkça bunu yaşarım yaşarım ve yaşarım. Ben sen olmadan yaşayamam, yaşasam da zevk alamam diyemem artık. Yaşarım çünkü, zevk de alırım. Alamıyorsam bu senin sorumluluğun değildir, benimdir. Bu benim kendimi sevmememle ilgilidir, senin beni sevmen ile ilgili değildir.”

“Artık biliyorum ki ben seni değil, sende ki kendimi, kendi iyi ve doygun hallerimi özlüyorum. Ve yine artık biliyorum ki bu bir aşk değil, senin anladığın anlamda aşk değil, benim aşkım hiç değil. Niyetim seni üzmek değil, seni yok saymak hiç değil. İnsan yaşanmışlığını ne kadar görmezden gelebilir? Sadece sevgilim sen aşk değilsin. Bu gerçekten seni haberdar etmezsem kendime ihanet etmiş olurdum, sana yalan söylemiş olurdum. Ne sana ne kendime bunu yapamazdım. Bu mektuplar bu yüzden yazıldı sana. Son geldiğim gerçekliğin resmini çizmeliydim. Sen aşk değilsin ve hiç olmamıştın ve doğrusunu istersen sana ilk merhaba’mı derken bunun farkında bile değildim. Kelimeler döküldükçe kalemimden kağıda gördüm ki zihnim de ki ile kalbim de ki başka, ben başkayım. Birbirimize sürgün olmamalı niyetimiz, birbizimizi özgür bırakmalıyız, kendi aşk yolumuzu yürüyebilmek için, kendimize bu şansı vermeliyiz şimdi ve daima.
Bu yüzden hoşça kal yeşil gözlerinden öperim”

"Bitti mi” dedi. “Evet” dedim. Hiçbir şey söylemedi pencereden dışarıdaki hayatı izlemeye devam etti. Ben de ikinci sigaramı yaktım.




GİTME Bİ YERE Tanıştığımızda yazın ilk ayıydı. Küçük bir odada kalorifer peteğinin önünde masmavi bakıyordun bana.         ...