25 Ağustos 2015 Salı


KAZDAĞI’NDAKİ NEFES EKOFEST


ORMAN GİBİ KARDEŞÇESİNE
BÖLÜM 1 Festivale Gidiş

Bin pınarlı İda dağı... Binbir çiçeğin toprağı Kazdağı... hangi isme sahip olursa olsun farketmeyen o büyüleyici yeri fena halde anlatma isteğindeyim. Belki gidip gördün sen, suyunu içtin, toprağında yattın. Bildin yani oraları, aldın tadını. Benimki ilk ve zannederim her ilk görüşteki aşk gibi, bu da kelimelere dökülme ihtiyacında.

Hikaye bundan bir ay kadar önce başladı. Bir gün kuzenle oturmuş sohbet ederken kazdağlarında ekolojik bir festival düzenlendiğini kendisinin de gideceğini söyleyip, benim gelip gelemeyeceğimi sordu. Nasıl bir organizasyon dedim, ne kadar ekolojik? Aslında burda sorduğum yılan kurt ayı var mı, kulağıma böcek kaçar mı, tuvalet var mı kabilinden şeylerdi. Plaza insanı demesinler diye ufaktan ne kadar ekolojik diye sormayı tercih etmiştim. Çadırlar olacak dedi, dağda olacağız dedi, tamamen doğal bir ortamda doğayla ilgili bilgiler alacağız dedi. Hımmm bi düşüneyim dedim, içimden gitmemeye karar vererek.

Sonra bu yılım aklıma geldi, 2015 yılı için kendime verdiğim söz ve ettiğim niyet. Ne demiştim “bu yıl korkularımdan arınma yılı olsun”. E tam fırsatı değil miydi? Çünkü son birkaç doğa gezimde, ormanda rahat olamadığımı, doğa anaya güvenemediğimi farketmiştim. Üstüne gitmek korkumla yüzleşmek için harika bir fırsattı bu. Gazetelerde o kadar çok “kulağına örümcek kaçtı”, “gözünde sinek larvaları bulundu” “arı alerjisi öldürdü” haberleri okumuştum ki az buçuk tırsmıyor değildim. Oysa ne bildiğim alerjim vardı ne de börtü böcek ile yuva kuracak kadar samimiyetim.
Bir hafta kadar sonra kuzeni arayıp geleceğimi, işim dolayısıyla tamamına katılamayacağımı Cuma izin alıp, sabahında da dağa geleceğimi söyledim.

Kuzen beni ilk gittiği günün akşamı yani festivalin başladığı Çarşamba akşamı aradı ve hızlı hızlı konuşmaya başladı “kuzen burası gece çok çok soğuk oluyor, polar, hırka, battaniye ne varsa getir, hatta şapka bere getir. Gündüzleri sıcak şort tişört getir. Dereler var su buz gibi ama giriyoruz bikini havlu getir. Piknik sandalyeni unutma, keşke masayı da getirsen”. Sessizce dinliyorum dağ cahili bendeniz “eee başka” diyorum merakla. Kuzen devam ediyor hızla “telefonlar çekmiyor, haber vereceğin herkese ver sana üç gün ulaşamayacaklar, elektrik yok, şimdi köye indim burda çekiyor hemen dönmem lazım çünkü araba yok, yol kötü, araba bulduğum an gitmek zorundayım. Uyku tulumu mutlaka getir, mat mutlaka getir, dur bir araba geliyor kapatmam lazım, bi şey unutmadım galiba, neyse işte hazırlıklı gel, haaa seni başka arayamam, kamp alanına geldiğinde tam karşıya bak sağ tarafta turkuaz olan çadır bizim, tepesi tek turkuaz o zaten bulursun, aaa  araba gidiyor, hadi hoşça kal” dedi ve kapattı. Elimde telefon kalakaldım “len ben nasıl bir yere gidiyorum, gitmesem mi, huyluyumdur da, tuvalet var mı bari, soramadım da” derken yakaladım kendimi yok dedim sonra, bu festivale gidilecek, de nasıl gidilecek, benim bir kolun lenf bezleri yok ağır taşıyamam, zorlayamam. Takı bile takamadığım kolum, üstelik sağ kolum nasıl taşıyacak bunca şeyi?? Kuzenin dediği herşeyi alsam otobüsle nasıl götüreceğim? Uyku tulumunu kimden bulacağım? Mat alsam mı birinden bulsam mı? Hay Allah ne yapsam??

Neyse, uyku tulumunu kamp aşığı bir arkadaşımda buldum, minimum giysi aldım, ne olur ne olmaz diye biraz çıtır çerez, kahve yoksa diye termos, market yok diye sigara vs. koydum valize. Elbette piknik sandalyemi unutmadım. Üç günlük seyahat için oldu mu sana koca valiz ve bi sandalye. Yüklendim hepsini ve Şeyda ile çıktık yola.

Yolculuk rahattı, zaten benim gibi her durumda uyuyabilenler için yolculuk hep keyif olur. Türkiye’nin neredeyse tamamını gören ben niyeyse bunca vakit Bursa Ayvalık arasını es geçmişim. Ne pek bir popüler olan Assos’a, Yeşilyurt köyüne gitmişliğim var ne Kazdağlarına. Bu yüzden Edremit’ten itibaren gözlerimi açık tuyorum. Deniz mükemmel muhteşem olağanüstü. Masmavi, ara ara koyu ara ara açık. Sabah çok erken olmasına rağmen çok insan var denizde. Yalnız pek genç insan göremiyorum çoğu teyzeler amcalar sanki. Çok katlı binalar yok ama epeyce bina var, yine de yeşillik nispeten korunarak yapılmışlar. Dağ taş boy boy zeytin ağaçları ile dolu. Devam ediyoruz, Edremit, Akçay, Güre, Altınoluk ve nihayet Küçükkuyu. Varış noktamız Küçükkuyu. Sabah 8 olmamışken iniyoruz otobüsten. Şeyda’da bende keyfimize düşkünüz, madem gideceğimiz yer dağ başı burda adam gibi bir kahvaltı edelim öyle gideriz diyoruz. Valizleri otobüsün yazıhanesine bırakıp, çünkü o eşek ölüsü gibi ağır valizlerle bir yere gitmemiz mümkün değil çünkü benim kolumun sakat olması gibi Şeyda’nın da beli sakat, kahvaltı yeri aranıyoruz. Birkaç kişiye soruyoruz, herkes turist olduğumuzu görünce çok yardımcı, gülümseyen gözleri ile yardımcı olmaya çalışıyorlar. Küçükkuyu limana gidiyoruz. Tam deniz kenarında, aile çay bahçesi gibi bir yer buluyoruz. Bir yavru üç yetişkin kedinin oynaştığı, insanların hem çekirdek yiyip hem kahvaltı ettiği, sade kendi halinde bir çay bahçesi. İlla deniz kenarında olacağız ya geçiyoruz en denizin kenarındaki masaya ve veriyoruz siparişlerimizi. Garsonumuz Mücahit, 10 yaşında, ilk kez bu yaz çalışmaya karar vermiş çünkü çalışmanın nasıl birşey olduğunu merak etmiş. O anlatırken “merak etmeseydin diyorum zaten nerdeyse hayatın boyunca çalışacaksın” içimden tabi, çocuğa bunu söyleyip hayallerini yıkmanın bi alemi yoktu.
 Köy kahvaltısı geliyor, bir bakıyoruz salam var. Şeyda takılıyor Mücahit’e
Ş: e hani köy kahvaltısı getirecektin?
M: e abla işte köy kahvaltısı bu
Ş: Salam mı yeniyor köyde Mücahit
M: Bilmiyom abla patron öyle istiyor, getirmezsek kızar
Peki diyoruz ve başlıyoruz iştahla kahvaltımıza. İkimizde salam sosis gibi şeyler yemediğimiz için kedilere bölüp bölüp veriyorum. Mücahit çay getiriyor o ara
S: Mücahit diyorum besliyor musun bu kedileri
M: Yok abla patron kızıyor
S: Niye yahu? Bak hele şu ufaklık çok küçük, ne olur besleseniz
M: Yasak abla patron buraya gelmesinler istiyor ama merak etme ben gizli gizli besliyorum
S: Aferin Mücahit besle sen

Mücahit besliyorum dedi ya, içim daha rahat. O ara menemen geliyor, haberin var mı bilmem son moda menemenler bol kaşarlı geliyor! Gül gibi menemeni katlediyorlar o plastik gibi eriyen kaşar peyniri ile. Ayırıyor kaşarı yine kedilere veriyorum. Salamın üstüne atlayan kediler kaşarı şöyle bir koklayıp bi daha yanına yaklaşmıyorlar. E kedi yemiyorsa vardır bir sebebi. Alıyorum peçeteyle yerden, neme lazım yasakçı patron bana da kızabilir diye. Çünkü en son “ekmekleri ısıtabilir misin Mücahit” dediğimizde, “ekmekler kızartma makinasına yapışıyor abla, patron izin vermiyor o yüzden” cevabını almıştık küçük garsondan. 

Neyse doyduk nihayet, gözümüzün önü açıldı kendimize geldik. Doyduk ya, şimdi sıra keyif çayında, hatta çaylarında. Sohbet ediyoruz, gülüyoruz, fotoğraf çekiyoruz, çayımızı yudumlayıp önümüzdeki sonsuz gibi görünen denizde kayboluyoruz.

Sonra gitme vaktinin geldiğine kanaat getirip yine otogara doğru yürüyoruz. Sürekli çalışan minibüsler var, Şeyda’nın, valizlerin olduğu yere kadar getirtmeyi becerdiği şoförün minibüsüne binip Narlı Köyü’ne doğru hareket ediyoruz. Çabuk varıyoruz Narlı köyü sapağına. Sapak ile Köy arası 2 kilometre, oradaki festival servislerine binip gideceğiz, bu kadar kolay yani. Biz valizleri çekiştire çekiştire servis aracı aranırken, yirmili yaşlarda, uzun boylu, sarışın bir çocuk yanımıza gelerek “Festivale mi geldiniz” diye soruyor. Evet diyoruz karşılanmanın verdiği hazla. “Bavulları alayım, taşımayın,  şu kahveye geçip bekleyin siz” diyor. Peki deyip bavulları birlikte yerleştiriyoruz arabaya. Kahveye geçiyoruz, yola bakan köşedeki masaya oturuyoruz.  “Ne zaman gideceğiz” diye sorduğumuzda “araba ne zaman dolarsa” cevabını aldığımızda önce bir lal olup cevap veremiyoruz, sonra tabi ki çözülüyoruz;
S: İsmin nedir?
G: Güvenç
S: peki Güvenç ben de Seval, az önce dediğini anlayamadım galiba, servisin bir hareket saati yok mu?
G: Yok , ilk gün çok gittik ama mesela dün sadece iki kere çıktık bi sabah bi akşamüstü.
S: Pekiiii en az kaç kişi olması lazım gitmen için?
G: 10-12 kişi, ancak kurtarıyor abla, yol çok kötü arabam mahvoldu iki günde her yerinden ses gelir oldu. En az 10 kişi olmalı ki çıkayım yolu.
S: peki şu an kaç kişi var bekleyen?
G: siz varsınız, iki kişi yani. Ama belli olmuyor dün mesela yarım saatte yedi kişi birden geldi. Bir saat de bekleyebiliriz üç saat de, ne zaman dolarsa minibüs ancak o zaman çıkarım.

20 yaşında, yüksek okul mezunu Güvenç, başkasının yanında çalışmaktansa babasıyla çalışmayı tercih etmiş. Istanbul’a sık gelirmiş çünkü sevgilisi Eyüp’te imiş. Hoş sohbet, içten bir çocuk, vakit de çok başlıyoruz laflamaya. Festival nasıl diyoruz anlatsana biraz, başlıyor bizi korkutan hikayesine. “Ne olacak abla” diyor, “bir sürü insan biraraya gelmiş, çadırlarda kızlı erkekli anlarsın işte, sürekli de içiyorlar. Güya çevreciler ama her yer çöp olmuş. Organizasyon çok kötü, bize bir servis saati bile söylemediler, bi de otostopçular var binmiyorlar arabama sonra dönüşte beni de götür diyorlar. Götürür müyüm hiç yazıyorum onları, para vermeyene servis de yok. Geçen biri arabada kızın dudağına yapıştı öpüştüler abla olacak şey mi? Benim de sevgilim var yapmam oyle uluorta. Yani hikaye falan festival”. Şeyda ile birbirimize bakıyoruz. “ben bu sene hiç denize girmedim, dağa çıkmayıp şurdaki bir pansiyona mı gitsek, bak deniz nasıl güzel” diyor Şeyda. Denize girmek gibi bir sevdası olmayan ben yok diyorum, bi gidelim dediği gibiyse döneriz ama bi gidip biz bakalım önce. Sırt çantası ile gelen herkese seslenip, festivale mi diye soruyoruz, Güvenç’ten daha istekliyiz yolcu bulmak konusunda çünkü 10 kişiyi bulamazsak o kahvede ömrümüz geçecek. Bir öğrenci çift geldi, servis ücretinin gidiş dönüş 15 TL olduğunu öğrenince otostopla gideriz dediler. Edremitli bir anne kız günübirlik gidecekti, saat ilerledikçe gün öldü deyip gitmekten vazgeçtiler, konser verecek müzisyenlerden iki kişi geldi bari siz gitmeyin diye yalvardık adamlara.

Üç saate yakın bekledik orada. Toplamda beş kişi ile çıktı dağa Güvenç. Çünkü diğer minübüsü kullanan babası gelip, servis hareket saatlerinin kendisine verildiğini kaç kişi olursa olsun o saatte hareket edileceğini söyledi.

Narlı Köyü sapağı ile Narlı Köyü arası dediğim gibi 2 kilometre ve yol düzgün. Köyden sonra festival alanı 13 km. Yol toprak, sıkışmış toprak ve bol taşlı, virajlı, sürekli tırmanılan ve yer yer derin uçurumları olan, dikkatli gidilmesi gereken bir yol. Bir en fazla ikinci vitesle gidilebilen bu yol sadece 13 km olmasına rağmen bir saate yakın sürüyor. Diğer yandan doğanın bakirliği ve yüksekten denizin gökle buluştuğu manzarasıyla, ağaç kokusu çiçek kokusuyla, dallarından zeytin fışkıran ağaçları ile yolculuk büyüleci geçiyor.

Ve alana geliyoruz. Girişi yaptırıp bileğimize yeşil boncuklu ip bilekliğimizi takıp, turkuaz renkli çadırı bulmak üzere alanın başladığı yerde duruyoruz. Önce çadırlara sonra birbirimize bakıyoruz... Bakıp kalıyoruz çünkü her yer silme turkuaz çadırla dolu. Kuzenimin çadır bulma tarifini sevgiyle anıp, valizleri sürüklüye sürüklüye alanın ortasına doğru ilerliyoruz. Sonra tüm alet edevatı orda bırakıp yorgunluk kahvesi içmek için ahşap piknik masalarının olduğu tarafa doğru yürüyoruz. Ağırlıklardan kurtulunca çocukları görüyorum ilk... bebeğinden 12-13 yaşına kadar koşan, köpek seven, yemek yiyen, toprağa oturmuş oynayan çocuklar. Çocukların mutluluğunu gördüğüm, kahkahalarını duyduğum an tüm tereddütlerim kayboluyor. Onlar hiç rol yapmaz çünkü, onlar oldukları gibiler. Varoluşun en saf tarafının simgesiydiler. 

Anlıyorum ki Güvenç burada hiç olmamış, burada kalmamış. Etrafta ne uluorta sevişen çift var ne de sarhoş olup naralar atan... Her yere çöp fıçıları konulmuş, bi de üstüne bu organik, bu plastik diye yazılmış. Gönüllüler herkese yardımcı, katılımcılar birbirine yardımcı. Duyurular yapılıyor, panel konuşmacıları tanıtılıyor, bilgilendirmeler yapılıyor. Ortalıkta huzurlu bir sessizlik hakim. Herkeste bir dinginlik ve gülümse var.  


Ama biz yine açız, kahvaltıdan sonra hiçbirşey yemeyip bol bol çay kahve içmişiz. Dinginliği bir kenara bırakıp, midemizin sesine kulak veriyor ve çay ocağı gibi olan bir yere gidiyoruz. O yörenin yerlisi ailenin kadınları sac kurmuş, gözleme yapıyor, erkekleri de çay kahve ve ücretsiz sıcak su veriyor. Önce gözlemeye doğru yol aldım, avını görmüş aç bir kurt gibi. Sıra olduğunu öğrendiğim an yıkıldım ama ne yıkılma. Hani yani aşık olsam adam terkedip gitse bu kadar acı çekmeyeceğim, fena açım çünkü. Gözlemeci kıza “çok açım ben” dedim “çok açım çok aç... ne yapacağız şimdi?” Yüzümdeki aç yavru kedi bakışı gözlemeci kızı etkilemiş olacak ki “dur bir dakika” dedi ve 3-5 dakika sonra iki dilim ekmek arasına koyduğu peynir ve domatesle geldi. Aman Allahım o ne lezzetti! Onca sigara ve kahveden sonra midem bayram etmişti. Ne kızın siyaha yüz tutmuş parmaklarını gördüm o an, ki normaldi o yağ, sıcak sac ve koşuşturmanın içinde, ne de bardağımın şöyle bir sudan geçirilip doldurulmuş çayı. O çay ve o ekmek çok lezizdi ve bir o kadar çok kıymetli. O doğallık içinde her şeyin aslında göründüğünden ne kadar temiz ve lezzetli olduğunu farkettim. Kirlilik tanımı bizim yarattığımız birşey değil mi sonuçta? Kime göre kirli, neye göre temiz? Ne yani evimizdeki neredeyse her yere giren çamaşır suyu mu daha sağlıklı ve temizdi, ateşi harlayan kızın kararmış ellerinden? 

Elimdeki ekmeği ve hikayesini öğrenen Şeyda da hemen soluğu o yardımsever kızın yanında almış, ama ona vermemiş gözlemeci kız ekmeğini. Somurtarak geldi Şeyda, ekmeğimi paylaşacaktım ama o bunu anlattığında ben son lokmamı yutmak üzereydim.

BÖLÜM 2 EKOFEST (Ekolojik Festivali takdimimdir)


O ilk açlık krizi geçipte kendime geldiğimde, kızlar da geldi. Kuzen’e elim belimde ilk sorum “etrafta kaç tane turkuaz renkli çadır var Demetcim?” . “ Ya anlamadım aynı şeyi Hasan da söyledi, sizden birkaç saat önce geldi o da, çok aramış bizim çadırı”. Bi de bize şaşırıyor çadırı bulamadık diye. Neymiş efendim diğer çadırlar tamamen turkuazmış bizimkinin tepesi turkuazmış. Özür diledik tabi hemen ağaçların arasında tepesi görünmeyen turkuaz çadırı göremediğimiz için. Kuzen kendini affettirecek kolumun da zayıf olduğunu biliyor ya hemen aldı çantayı çadıra doğru götürmeye başladı. Hiç kımıldamadım olduğum yerde, o kadar iyi hissediyordum ki o yeşil deryanın içine bıraktım kendimi... O ana bıraktım, o anda kalmaya özen göstererek.

Benim alan, zaman, uzaklık vs. ölçü birimi tahmin etme şeklim korkunçtur. 100 metre derim 1 kilometre çıkar, 10 dakika derim yarım saat olur. O yüzden festival alanının ne kadar büyüklükte olduğunu maalesef söyleyemeyeceğim sana. Ben anlatacağım sen tahmin edeceksin artık sevgili okuyan. 

Alanda 100 den fazla çadır vardı, çoğu iki kişilik bazıları daha büyük. Su dolum tesisi binası, gönüllülerin yemeklerini yapıldığı eşyalarının olduğu bir tane baraka gibi yapı, bir konser alanı, iki büyük ateş alanı ve dört tuvalet ve bir ya da iki duşun olduğu yine ahşap baraka gibi bir yapı daha. Alan düzdü, dümdüz bir ova gibi, her yer güneşin sararttığı çalı çırpı ile doluydu ve inan bana orada parmak arası terlik dolaşmak ciddi bir işti. Festival alanının dört bir yanı ise çoğunlukla yıllanmış, ara ara ise daha genç ağaçların olduğu dağlarla çevriliydi. Yani gözlerini nereye çevirsen ilk gördüğün yemyeşil bir dünyaydı. Huzur veren, içindekini dinle diyen, benimle buluş diyen o güzelim yeşil...
Alanın hemen yanından nereden başladığını ve nereye döküldüğünü bilmediğim bir dere akıyordu. Kazdağı denen bölgede çokça dere, akarsu, çay vs. olduğundan eskiler buraya bin pınarlı İda Dağı dermiş. Kızlar akıllılık edip, çadırı biraz yukarıda derenin yanına kurmuşlardı. Piknik sandalyalerine oturup derenin sesini dinleyerek kahveyi yudumlamak nasıl eşssiz bir keyifti. Deniz geliyor o sırada yanıma en küçük katılımcımız 4,5 yaşında kendileri. Esmer teninde, kömür gibi parlayan iki iri göz, nohut kadar burnu ve yukarı kıvrılmış köfte dudakları ile gördüğüm en yakışıklı küçük adamlardan. Annesi Selma ile koşuyor, sanırsın yıllardır hasret kalmışız birbirimize vay diyorum içimden henüz çok yakın değiliz ama sevmiş demek ki bizi. Yanımdan geçip gidince anlıyorum koşmasının sebebini meğer arkadaşı ve yaşıtı Yazgı arkamızdaymış, oyun oynayacaklar ya sevinci o yüzdenmiş.

Bizim gittiğimiz ilk, festivalin üçüncü gecesi hem film gösterimi vardı hem de konser. Konser film sonrasında başladı. Gündüz ise çeşitli paneller ve forumlar düzenlenmişti; Sağlıklı ve dengeli beslenme, Ekosistem içinde ağaç, Şiir ve Doğa, Termik santral direniş örnekleri gibi. Sonuncusuna basından da sık duyduğumuz Yırca ve Çırpılar köylüleri gelmişti. Filmi izleye gitmedim çünkü o sırada akşam çıkan yoğurtlu kızartma, makarna, tatlıdan oluşan yemeğime kavuşmakla meşguldüm. Konser öncesinde az önce bahsettiğim büyük iki ateş yakıldı. Ateşlerin etrafında odunlardan, kütüklerden oturma yerleri yapılmıştı. Biz ve sandalyesi olan başkaları ateşe yakın yerlerde yerimizi aldık. Kazdağı Müzik Topluluğu’nun  ezgileri ile gökkubbede parlayan yıldızlarla ve biraz da soğuktan donan halimizle konsere eşlik ettik. Bazen bağıra bağıra söyledik bazen kalkıp oynadık. Öylesi anlarda dans etmek, halay çekmek çok faydalı aktiviteler, zira donan bedenini başka türlü ısıtman çok zor. Sonra sahneyi Ethnic Band grubu aldı. En etkilendiğim ve zevkle dinlediğim grup oldu kendileri. Türküler gecenin içinde yankılanırken baktım herkes büyülenmişçesine dinliyor.

Bir küçük not;
Ertesi sabah kahve sıramı beklerken, grubun solistini gördüm. Tebrik ettim ve yayınlanmış ve bir albümleri olup olmadığını sordum. Yok dedi. "Bazı türkülerinizi ilk kez duydum" dedim, "doğaldır dedi. Çünkü bir önceki gece yaptıkları programın yarısına yakını kendi besteleri imiş. "E niye söylemediniz kendi besteleriniz olduğunu" dedim. Cevabı ile bir hayat dersi daha aldım; "Ne gerek var ki dedi, biz sadece müzik yapıyoruz ve paylaşıyoruz. Kimin yaptığı önemli değil notalar hepimizin..."

Neyse, dönelim geceye. Vakit gece yarısını henüz geçmişken ben ve Şeyda yatalım diyoruz. Bütün günün yorgunluğu ve bir önceki günün uykusuzluğu eklenince, soğuktan da mayışınca çadır fena çekici geliyor gözüme. Bir de çok heyecanlıyım çünkü çadırdaki ilk gecem olacak. Diğerleri biz devam ediyoruz diyorlar, Deniz’i de getiriyor annesi, uyudu yavrucak türkü dinlerken. Çadır iki oda gibi, arada fermuarlı bir bölme var. Annesi Deniz’i uyku tulumuna sokup sarıp sarmalayıp yatırıyor. Ben uyku tulumunun içine solucan debelenmesi girmeye çalışırken Şeyda “yan tarafta fermuar var orayı açıp rahat rahat girsene” diyor. “Yok canım ben böyle deneyeceğim” diyorum bilmiş bilmiş, oysa yan tarafında fermuar olduğundan haberim yok zira bu uyku tulumu ile ilk tanışmam. Girdiğim an ısınıyorum, üzerimde ki kalın eşofman altı ve polar üstlüğün etkisi vardır ama hakikaten hemen ısındım. Altımda mat yoktu, getirdiğim bir başka örtüyü serdim. Başıma da eşarp sardım saçlarımın tamamını içine tıkıştırarak. Her ne kadar doğada olmak iyi geldiyse de, tedbiri elden bırakmadım. Kulak deliklerimi korumak önemliydi, neme lazım bir böceğin gelip yuva yapacağı falan tutar. Zaten tüm kamp boyunca yaptığım tek korunma buydu, başıma eşarp sarıp uyumak, bunun dışında kendimi hep güvende hissettim. Çok rahat uyudum, gece kızlar altıma bir mat bulup koymuşlar onu bile hissetmedim, sabah yedide dinlenmiş ve gülümseyerek uyandım. İlk bi kendimi dinledim sağımda solumda ağrı var mı diye. Sapasağlamdım. Baktım kızlar horul horul uyuyor, yavaşça çıkıp, gözlemecilere doğru yürüdüm. İlk kahvem elimde yeni başlayan günü dinledim.

Festivalin dördüncü, benimse ikinci günümün ilk aktivitesi Yoga idi. Bir tek Demet gitti, diğerlerimiz ya kahvaltı etti ya da uyumuya devam. Peynir, yeşil ve siyah zeytin, yumurta, domates, salatalık, tereyağ ve reçelden oluşan kahvaltı çay ile taçlandı. Sabah serinliğinde ne iyi geldi o çayın sıcaklığı. Gün içinde atölye çalışmaları vardı; Doğanın ruh sağlığı üzerindeki sağaltım etkisi, Kazdağı ve Madra yöresinde Doğa koruma mücadelesi, edebiyat ve doğa, zeytin’e dair ve doğal bakım ürünleri atölyeleri bunlardandı... Elbette kozmetik hiçbir ürün kullanmayan ben, Doğal ürünler atölyesine gittim ve Ayla Hanım’dan yeni tarifler aldım. Mesela ilk tarif olarak sana şunu söyleyebilirim, soğuk sıkma zeytinyağını her türlü kullanabilirsin, yemeklerinde ekleyebilir, yüzüne, saçına sürebilir, sabununu yapabilirsin.

Öğleden sonra, parmak arası terliklerle dere kenarında kah kayarak kah hoplayıp zıplayarak biraz 
uzağa gittik. niye terlik diye soruyorsan, gece ne kadar soğuk oluyor ise gündüz de bir o kadar sıcak. Spor papuçlar falan fena daraltıyor insanı e bir de dere bir de su haliyle terlikle çıktık yola. vardığımız yeri görmeni isterdim, anlatmaya çalışacağım. Küçük küçük şelaler düşün birkaç basamaklı, suyun en son döküldüğü yer basamaktan daha yüksekti. Suların döküldüğü o yer küçük bir göl yapmış, etrafta bıçakla kesilmiş düzgün kayalar, su soğuk fakat kayalar gün boyu güneşi emdiğinden sıcacık, kuş sesleri ve birkaç kurbağa vıraklaması... Her yer ağaç, uzunlu kısalı küçük büyük onlarca yüzlerce ağaç ve masmavi gökyüzü. İlk gittiğimizde hepimiz önce bir durduk, sonra oturduk ve sadece dinledik. Sonra yavaş yavaş suya girdik. İlk kez akan bir suya girdim, şelale gibi dökülen suyun altına girdim, yıkandım sanki... Çok kalamadım suda çünkü çok üşüdüm, su gerçekten soğuktu. Soğuk, sudan çıkıp kurulanınca hemen geçti. Kayalar o kadar düzgündü ki şezlong yerine koyup güneşlendik. Sonra hadi meditasyon yapalım dedim, topluca hep beraber. Demet ve Hasan burun kıvırdı "burada ne gerek var ki" diyerek. Grubun tamamı, 4,5 luk Deniz dahil ve gruba yeni katılan gencimiz Ali ile birlikte yaptık toplu meditasyonumuzu. Diğerlerini bilmem ama gözlerimi açtığımda çok çok iyi hissediyordum kendimi. Sanıyorum orada üç saate yakın kaldık zamanın nasıl aktığını bilemeden ve oranın tadına doyamadan...

Akşam, Gölge Oyunu Gösteri'sinin olduğu saatte akşam yemeği de olduğu için oyuna gitmedim. Çünkü pilav, nohut ve tatlıdan oluşan yemek pek bir ilgimi çekmiş ve her zaman ki gibi yemek kuyruğunda yerimi almıştım. Hazırlıklı gelenler yemeklerini kendileri yaptılar, özenmedim de değil. Yan çadır fena hazırlıklıydı bu konuda, menemen, patlıcan vs. bir sürü şey yaptılar. Bizim gibi kampı uyku tulumu ve çadırdan ibaret sananlarda üç öğün çıkan tabldot yemekleri yediler. Yemeklerde et yoktu ki bu bence doğru bir seçimdi. Yemekten sonra yine ateşler yakıldı yine sandelyeler ateş yanına çekildi, birkaç saatliğine yine jenaratör çalıştı ve ilk grup aldı sahnede yerini. Zeybeklerden Rembetiko’ya şarkılar türküler söyleyen grup hareketli yerine daha ağır parçalar seçmişti. İkinci grubun adı “Cümbüş Cemaat” idi ki adlarına yakışır bir program yaptılar. Daha güncel pop şarkılarının olduğu bir repertuarları vardı. Ben gece bire doğru yine çadıra gittim, bu sefer ben ve Deniz vardık sadece.

Ve son gün, festivalin beşinci benim üçüncü günüm... Dönüş günüm... Kızlar devam ediyor ama bilet yüzünden dönmek zorundayım. Sabah kahvaltıdan sonra valizimi hazırlayıp kahvaltıya yine yalnız gittim. Çünkü grubun erkencisi bendim. Sonra Selma ve Deniz geldiler. Kahvaltı sonrası kahvemi içiyordum ki anons yapıldı servis aşağıya köye inecek gitmek isteyenler varsa çıkışa gelsin diye. Gittim... Istanbul’a dönen sadece bendim. Önce Narlı Köyünde Nazım Usta’nın yerinde türk kahvemi içtim, sonra da Edremit otogara gidip İstanbul Otobüsüne bindim.

Tadı damağımda kalan üç gündü. Her anından keyif aldığım, güzel insanlarla tanıştığım, yeni bilgiler edindiğim muhteşem bir deneyimdi. Doğayı korumak için, zeytinlikleri korumak için, yaşamı korumak için tüm varlıklarıyla orada olan, bunu iş edinen insanlarla birlikte olmak harika bir duyguydu. Süheyla Hanım vardı mesela festivalin mimarı olan, tüm gün herkesin her çağrısına yetişmeye çalışan. Katılımcıların tek şikayeti olan servis konusuna sürekli çözümler bulmaya çalıştı. O kadar kıt kaynaklarla gerçekleştiriyorlar ki bu festivali, bu yürekli insanlar karşısında şapka çıkarırsın. Gelen tüm gruplar, konuşmacılar gönüllüydü. Para isteyen tek yer ulaşımdı ve buna da hiçbir Belediye, Valilik sponsor olmamıştı. Küçükkuyu'da tanıştığımız ve sohbet etmek fırsatı bulduğumuz Seyfettin Bey vardı mesela, Kent Konseyi Başkanı da olan Seyfettin Bey emekli gazeteci imiş. Kendini doğaya, doğal yaşama adamış. Festivalde tanıştığımız ve gönüllülerden olan Füsun Hanım ile hayata dair yaptığımız sohbet bol kahkahalı bol bol göz kırpmalıydı. Tahmin ettin herhalde konu ilişkiler üzerineydi. Gökkuşağı adındaki yerel dergiyi çıkaran ve sahibi olan Erdoğan Bey bize oraların daha önceki halini ve şimdiyi anlattı. Köylülerin HES, RES, Altın Madenciliğine bakışından ve daha birçok şeyden bahsetti.

Velhasıl iyi ki gitmişim dediklerimden biriydi bu üç gün. Bendeniz artık bir kampçıyım. En kısa zamanda lazım olan her şeyi edineceğim ve seneye yine festivale gideceğim hem de bu sefer tamamına katılacağım. Ve hatta sanırım gönüllü de olmak istiyorum, çorbada benim de tuzum olsun diyerek.

Sevgili okuyan sende istiyorsan temiz hava doğal gıda, bu güzel yürekli insanlara “bende varım mücadelenizde” diyorsan mutlaka festivalde olmalısın. Mutlaka orada yerini alıp sende katkı vermelisin. Bir orman gibi kardeşçesine birlikte yaratılacak sevgi, önce doğa anadan başlayarak...

Gelmeye karar verirsen önerilerim de şunlar; mutlaka yanına kalın giysiler al. Uyku tulumu olmadan uyuman çok zor ya birinden bul benim gibi ya da paraya kıyıp al bir tane. Hem kapalı sıcak tutan bir ayakkabı almalısın hem de terlik gibi ferahlatacak bir şey. İmkanının var ise arabayla gelmeni öneririm, anlatılanlara bakma evet yol kötü ama Datça'daki büklerden ya da Yedigöller'den daha kötü değil. Yavaş yavaş gidersen sorun yok. Yoksa da araban sıkma canını, otobüsler Servisler çalışıyor nasılsa, sadece hesapta olmayan bekleme süreleri olabilir o kadar. Yemek işi sana kalmış nasıl istersen.

Unutma sevgili okuyan, bir orman gibi kardeşçesine yaşamak için doğa ana ile de buluşmak gerek...

24 Ağustos 2015 Pazartesi



BARIŞA SEVGİYE EVET


Bu kadar basit aslında,

Bu kadar kolay.

Dünyayı yaşanır kılan tek şey bu,

Koşulsuz olan tek şey.

Anlayışın kaynaği, varoluşun temeli bu.

Yaratılan her varlığa sevgiyle yaklaşıldığında gelecek barış.

Her varlık önce kendi içinde keşfedecek barışı,

Her varlık önce kendi kalbinde hissedecek sevgiyi.

Ben olmadan Biz olunmadığını göreceğiz, bunu da keşfedeceğiz.

Keşfedeceğiz ki, sevgiyle yaşamanın var olmanın tadına varabilelim.

Kesfedeceğiz ki,  karanlığı ışıkta yok edebilelim.

Keşfedeceğiz, nefretin öfkenin olmadığı tek yer sevgi.

Olan her şey kişinin kendi kıyamı aslında.

Ve aslında bu kadar basit

Bu kadar kolay

Gün gelecek anlayacağız...

GİTME Bİ YERE Tanıştığımızda yazın ilk ayıydı. Küçük bir odada kalorifer peteğinin önünde masmavi bakıyordun bana.         ...