KAZDAĞI’NDAKİ NEFES EKOFEST
ORMAN GİBİ KARDEŞÇESİNE
BÖLÜM 1 Festivale Gidiş
Bin pınarlı İda dağı... Binbir çiçeğin toprağı Kazdağı...
hangi isme sahip olursa olsun farketmeyen o büyüleyici yeri fena halde anlatma
isteğindeyim. Belki gidip gördün sen, suyunu içtin, toprağında yattın. Bildin
yani oraları, aldın tadını. Benimki ilk ve zannederim her ilk görüşteki aşk
gibi, bu da kelimelere dökülme ihtiyacında.
Hikaye bundan bir ay kadar önce başladı. Bir gün kuzenle
oturmuş sohbet ederken kazdağlarında ekolojik bir festival düzenlendiğini
kendisinin de gideceğini söyleyip, benim gelip gelemeyeceğimi sordu. Nasıl bir
organizasyon dedim, ne kadar ekolojik? Aslında burda sorduğum yılan kurt ayı
var mı, kulağıma böcek kaçar mı, tuvalet var mı kabilinden şeylerdi. Plaza
insanı demesinler diye ufaktan ne kadar ekolojik diye sormayı tercih etmiştim. Çadırlar
olacak dedi, dağda olacağız dedi, tamamen doğal bir ortamda doğayla ilgili
bilgiler alacağız dedi. Hımmm bi düşüneyim dedim, içimden gitmemeye karar
vererek.
Sonra bu yılım aklıma geldi, 2015 yılı için kendime verdiğim
söz ve ettiğim niyet. Ne demiştim “bu yıl korkularımdan arınma yılı olsun”. E
tam fırsatı değil miydi? Çünkü son birkaç doğa gezimde, ormanda rahat
olamadığımı, doğa anaya güvenemediğimi farketmiştim. Üstüne gitmek korkumla
yüzleşmek için harika bir fırsattı bu. Gazetelerde o kadar çok “kulağına
örümcek kaçtı”, “gözünde sinek larvaları bulundu” “arı alerjisi öldürdü”
haberleri okumuştum ki az buçuk tırsmıyor değildim. Oysa ne bildiğim alerjim
vardı ne de börtü böcek ile yuva kuracak kadar samimiyetim.
Bir hafta kadar sonra kuzeni arayıp geleceğimi, işim
dolayısıyla tamamına katılamayacağımı Cuma izin alıp, sabahında da dağa
geleceğimi söyledim.
Kuzen beni ilk gittiği günün akşamı yani festivalin
başladığı Çarşamba akşamı aradı ve hızlı hızlı konuşmaya başladı “kuzen burası
gece çok çok soğuk oluyor, polar, hırka, battaniye ne varsa getir, hatta şapka
bere getir. Gündüzleri sıcak şort tişört getir. Dereler var su buz gibi ama
giriyoruz bikini havlu getir. Piknik sandalyeni unutma, keşke masayı da
getirsen”. Sessizce dinliyorum dağ cahili bendeniz “eee başka” diyorum merakla.
Kuzen devam ediyor hızla “telefonlar çekmiyor, haber vereceğin herkese ver sana
üç gün ulaşamayacaklar, elektrik yok, şimdi köye indim burda çekiyor hemen
dönmem lazım çünkü araba yok, yol kötü, araba bulduğum an gitmek zorundayım.
Uyku tulumu mutlaka getir, mat mutlaka getir, dur bir araba geliyor kapatmam
lazım, bi şey unutmadım galiba, neyse işte hazırlıklı gel, haaa seni başka
arayamam, kamp alanına geldiğinde tam karşıya bak sağ tarafta turkuaz olan
çadır bizim, tepesi tek turkuaz o zaten bulursun, aaa araba gidiyor, hadi hoşça kal” dedi ve
kapattı. Elimde telefon kalakaldım “len ben nasıl bir yere gidiyorum, gitmesem
mi, huyluyumdur da, tuvalet var mı bari, soramadım da” derken yakaladım kendimi
yok dedim sonra, bu festivale gidilecek, de nasıl gidilecek, benim bir kolun
lenf bezleri yok ağır taşıyamam, zorlayamam. Takı bile takamadığım kolum,
üstelik sağ kolum nasıl taşıyacak bunca şeyi?? Kuzenin dediği herşeyi alsam
otobüsle nasıl götüreceğim? Uyku tulumunu kimden bulacağım? Mat alsam mı
birinden bulsam mı? Hay Allah ne yapsam??
Neyse, uyku tulumunu kamp aşığı bir arkadaşımda buldum, minimum
giysi aldım, ne olur ne olmaz diye biraz çıtır çerez, kahve yoksa diye termos,
market yok diye sigara vs. koydum valize. Elbette piknik sandalyemi unutmadım.
Üç günlük seyahat için oldu mu sana koca valiz ve bi sandalye. Yüklendim
hepsini ve Şeyda ile çıktık yola.
Yolculuk rahattı, zaten benim gibi her durumda uyuyabilenler
için yolculuk hep keyif olur. Türkiye’nin neredeyse tamamını gören ben niyeyse
bunca vakit Bursa Ayvalık arasını es geçmişim. Ne pek bir popüler olan Assos’a,
Yeşilyurt köyüne gitmişliğim var ne Kazdağlarına. Bu yüzden Edremit’ten
itibaren gözlerimi açık tuyorum. Deniz mükemmel muhteşem olağanüstü. Masmavi,
ara ara koyu ara ara açık. Sabah çok erken olmasına rağmen çok insan var denizde.
Yalnız pek genç insan göremiyorum çoğu teyzeler amcalar sanki. Çok katlı
binalar yok ama epeyce bina var, yine de yeşillik nispeten korunarak
yapılmışlar. Dağ taş boy boy zeytin ağaçları ile dolu. Devam ediyoruz, Edremit,
Akçay, Güre, Altınoluk ve nihayet Küçükkuyu. Varış noktamız Küçükkuyu. Sabah 8
olmamışken iniyoruz otobüsten. Şeyda’da bende keyfimize düşkünüz, madem
gideceğimiz yer dağ başı burda adam gibi bir kahvaltı edelim öyle gideriz
diyoruz. Valizleri otobüsün yazıhanesine bırakıp, çünkü o eşek ölüsü gibi ağır
valizlerle bir yere gitmemiz mümkün değil çünkü benim kolumun sakat olması gibi
Şeyda’nın da beli sakat, kahvaltı yeri aranıyoruz. Birkaç kişiye soruyoruz,
herkes turist olduğumuzu görünce çok yardımcı, gülümseyen gözleri ile yardımcı
olmaya çalışıyorlar. Küçükkuyu limana gidiyoruz. Tam deniz kenarında, aile çay
bahçesi gibi bir yer buluyoruz. Bir yavru üç yetişkin kedinin oynaştığı,
insanların hem çekirdek yiyip hem kahvaltı ettiği, sade kendi halinde bir çay
bahçesi. İlla deniz kenarında olacağız ya geçiyoruz en denizin kenarındaki
masaya ve veriyoruz siparişlerimizi. Garsonumuz Mücahit, 10 yaşında, ilk kez bu
yaz çalışmaya karar vermiş çünkü çalışmanın nasıl birşey olduğunu merak etmiş.
O anlatırken “merak etmeseydin diyorum zaten nerdeyse hayatın boyunca
çalışacaksın” içimden tabi, çocuğa bunu söyleyip hayallerini yıkmanın bi alemi
yoktu.
Köy kahvaltısı
geliyor, bir bakıyoruz salam var. Şeyda takılıyor Mücahit’e
Ş: e hani köy kahvaltısı getirecektin?
M: e abla işte köy kahvaltısı bu
Ş: Salam mı yeniyor köyde Mücahit
M: Bilmiyom abla patron öyle istiyor, getirmezsek kızar
Peki diyoruz ve başlıyoruz iştahla kahvaltımıza. İkimizde
salam sosis gibi şeyler yemediğimiz için kedilere bölüp bölüp veriyorum.
Mücahit çay getiriyor o ara
S: Mücahit diyorum besliyor musun bu kedileri
M: Yok abla patron kızıyor
S: Niye yahu? Bak hele şu ufaklık çok küçük, ne olur
besleseniz
M: Yasak abla patron buraya gelmesinler istiyor ama merak
etme ben gizli gizli besliyorum
S: Aferin Mücahit besle sen
Mücahit besliyorum dedi ya, içim daha rahat. O ara menemen
geliyor, haberin var mı bilmem son moda menemenler bol kaşarlı geliyor! Gül
gibi menemeni katlediyorlar o plastik gibi eriyen kaşar peyniri ile. Ayırıyor
kaşarı yine kedilere veriyorum. Salamın üstüne atlayan kediler kaşarı şöyle bir
koklayıp bi daha yanına yaklaşmıyorlar. E kedi yemiyorsa vardır bir sebebi.
Alıyorum peçeteyle yerden, neme lazım yasakçı patron bana da kızabilir diye.
Çünkü en son “ekmekleri ısıtabilir misin Mücahit” dediğimizde, “ekmekler
kızartma makinasına yapışıyor abla, patron izin vermiyor o yüzden” cevabını
almıştık küçük garsondan.
Neyse doyduk nihayet, gözümüzün önü açıldı kendimize geldik.
Doyduk ya, şimdi sıra keyif çayında, hatta çaylarında. Sohbet ediyoruz,
gülüyoruz, fotoğraf çekiyoruz, çayımızı yudumlayıp önümüzdeki sonsuz gibi
görünen denizde kayboluyoruz.
Sonra gitme vaktinin geldiğine kanaat getirip yine otogara
doğru yürüyoruz. Sürekli çalışan minibüsler var, Şeyda’nın, valizlerin olduğu
yere kadar getirtmeyi becerdiği şoförün minibüsüne binip Narlı Köyü’ne doğru
hareket ediyoruz. Çabuk varıyoruz Narlı köyü sapağına. Sapak ile Köy arası 2
kilometre, oradaki festival servislerine binip gideceğiz, bu kadar kolay yani.
Biz valizleri çekiştire çekiştire servis aracı aranırken, yirmili yaşlarda,
uzun boylu, sarışın bir çocuk yanımıza gelerek “Festivale mi geldiniz” diye
soruyor. Evet diyoruz karşılanmanın verdiği hazla. “Bavulları alayım,
taşımayın, şu kahveye geçip bekleyin
siz” diyor. Peki deyip bavulları birlikte yerleştiriyoruz arabaya. Kahveye
geçiyoruz, yola bakan köşedeki masaya oturuyoruz. “Ne zaman gideceğiz” diye sorduğumuzda “araba
ne zaman dolarsa” cevabını aldığımızda önce bir lal olup cevap veremiyoruz,
sonra tabi ki çözülüyoruz;
S: İsmin nedir?
G: Güvenç
S: peki Güvenç ben de Seval, az önce dediğini anlayamadım
galiba, servisin bir hareket saati yok mu?
G: Yok , ilk gün çok gittik ama mesela dün sadece iki kere
çıktık bi sabah bi akşamüstü.
S: Pekiiii en az kaç kişi olması lazım gitmen için?
G: 10-12 kişi, ancak kurtarıyor abla, yol çok kötü arabam
mahvoldu iki günde her yerinden ses gelir oldu. En az 10 kişi olmalı ki çıkayım
yolu.
S: peki şu an kaç kişi var bekleyen?
G: siz varsınız, iki kişi yani. Ama belli olmuyor dün mesela
yarım saatte yedi kişi birden geldi. Bir saat de bekleyebiliriz üç saat de, ne
zaman dolarsa minibüs ancak o zaman çıkarım.
20 yaşında, yüksek okul mezunu Güvenç, başkasının yanında
çalışmaktansa babasıyla çalışmayı tercih etmiş. Istanbul’a sık gelirmiş çünkü
sevgilisi Eyüp’te imiş. Hoş sohbet, içten bir çocuk, vakit de çok başlıyoruz
laflamaya. Festival nasıl diyoruz anlatsana biraz, başlıyor bizi korkutan
hikayesine. “Ne olacak abla” diyor, “bir sürü insan biraraya gelmiş, çadırlarda
kızlı erkekli anlarsın işte, sürekli de içiyorlar. Güya çevreciler ama her yer
çöp olmuş. Organizasyon çok kötü, bize bir servis saati bile söylemediler, bi
de otostopçular var binmiyorlar arabama sonra dönüşte beni de götür diyorlar.
Götürür müyüm hiç yazıyorum onları, para vermeyene servis de yok. Geçen biri
arabada kızın dudağına yapıştı öpüştüler abla olacak şey mi? Benim de sevgilim
var yapmam oyle uluorta. Yani hikaye falan festival”. Şeyda ile birbirimize
bakıyoruz. “ben bu sene hiç denize girmedim, dağa çıkmayıp şurdaki bir
pansiyona mı gitsek, bak deniz nasıl güzel” diyor Şeyda. Denize girmek gibi bir
sevdası olmayan ben yok diyorum, bi gidelim dediği gibiyse döneriz ama bi gidip
biz bakalım önce. Sırt çantası ile gelen herkese seslenip, festivale mi diye
soruyoruz, Güvenç’ten daha istekliyiz yolcu bulmak konusunda çünkü 10 kişiyi
bulamazsak o kahvede ömrümüz geçecek. Bir öğrenci çift geldi, servis ücretinin
gidiş dönüş 15 TL olduğunu öğrenince otostopla gideriz dediler. Edremitli bir
anne kız günübirlik gidecekti, saat ilerledikçe gün öldü deyip gitmekten
vazgeçtiler, konser verecek müzisyenlerden iki kişi geldi bari siz gitmeyin
diye yalvardık adamlara.
Üç saate yakın bekledik orada. Toplamda beş kişi ile çıktı
dağa Güvenç. Çünkü diğer minübüsü kullanan babası gelip, servis hareket
saatlerinin kendisine verildiğini kaç kişi olursa olsun o saatte hareket
edileceğini söyledi.
Narlı Köyü sapağı ile Narlı Köyü arası dediğim gibi 2
kilometre ve yol düzgün. Köyden sonra festival alanı 13 km. Yol toprak,
sıkışmış toprak ve bol taşlı, virajlı, sürekli tırmanılan ve yer yer derin
uçurumları olan, dikkatli gidilmesi gereken bir yol. Bir en fazla ikinci
vitesle gidilebilen bu yol sadece 13 km olmasına rağmen bir saate yakın
sürüyor. Diğer yandan doğanın bakirliği ve yüksekten denizin gökle buluştuğu
manzarasıyla, ağaç kokusu çiçek kokusuyla, dallarından zeytin fışkıran ağaçları
ile yolculuk büyüleci geçiyor.
Ve alana geliyoruz. Girişi yaptırıp bileğimize yeşil
boncuklu ip bilekliğimizi takıp, turkuaz renkli çadırı bulmak üzere alanın
başladığı yerde duruyoruz. Önce çadırlara sonra birbirimize bakıyoruz... Bakıp
kalıyoruz çünkü her yer silme turkuaz çadırla dolu. Kuzenimin çadır bulma
tarifini sevgiyle anıp, valizleri sürüklüye sürüklüye alanın ortasına doğru
ilerliyoruz. Sonra tüm alet edevatı orda bırakıp yorgunluk kahvesi içmek için
ahşap piknik masalarının olduğu tarafa doğru yürüyoruz. Ağırlıklardan
kurtulunca çocukları görüyorum ilk... bebeğinden 12-13 yaşına kadar koşan,
köpek seven, yemek yiyen, toprağa oturmuş oynayan çocuklar. Çocukların
mutluluğunu gördüğüm, kahkahalarını duyduğum an tüm tereddütlerim kayboluyor. Onlar
hiç rol yapmaz çünkü, onlar oldukları gibiler. Varoluşun en saf tarafının
simgesiydiler.
Anlıyorum ki Güvenç burada hiç olmamış, burada kalmamış. Etrafta
ne uluorta sevişen çift var ne de sarhoş olup naralar atan... Her yere çöp
fıçıları konulmuş, bi de üstüne bu organik, bu plastik diye yazılmış.
Gönüllüler herkese yardımcı, katılımcılar birbirine yardımcı. Duyurular
yapılıyor, panel konuşmacıları tanıtılıyor, bilgilendirmeler yapılıyor.
Ortalıkta huzurlu bir sessizlik hakim. Herkeste bir dinginlik ve gülümse var.
Ama biz yine açız, kahvaltıdan sonra hiçbirşey yemeyip bol
bol çay kahve içmişiz. Dinginliği bir kenara bırakıp, midemizin sesine kulak
veriyor ve çay ocağı gibi olan bir yere gidiyoruz. O yörenin yerlisi ailenin
kadınları sac kurmuş, gözleme yapıyor, erkekleri de çay kahve ve ücretsiz sıcak
su veriyor. Önce gözlemeye doğru yol aldım, avını görmüş aç bir kurt gibi. Sıra
olduğunu öğrendiğim an yıkıldım ama ne yıkılma. Hani yani aşık olsam adam
terkedip gitse bu kadar acı çekmeyeceğim, fena açım çünkü. Gözlemeci kıza “çok
açım ben” dedim “çok açım çok aç... ne yapacağız şimdi?” Yüzümdeki aç yavru
kedi bakışı gözlemeci kızı etkilemiş olacak ki “dur bir dakika” dedi ve 3-5
dakika sonra iki dilim ekmek arasına koyduğu peynir ve domatesle geldi. Aman
Allahım o ne lezzetti! Onca sigara ve kahveden sonra midem bayram etmişti. Ne
kızın siyaha yüz tutmuş parmaklarını gördüm o an, ki normaldi o yağ, sıcak sac
ve koşuşturmanın içinde, ne de bardağımın şöyle bir sudan geçirilip doldurulmuş
çayı. O çay ve o ekmek çok lezizdi ve bir o kadar çok kıymetli. O doğallık
içinde her şeyin aslında göründüğünden ne kadar temiz ve lezzetli olduğunu
farkettim. Kirlilik tanımı bizim yarattığımız birşey değil mi sonuçta? Kime
göre kirli, neye göre temiz? Ne yani evimizdeki neredeyse her yere giren çamaşır
suyu mu daha sağlıklı ve temizdi, ateşi harlayan kızın kararmış ellerinden?
Elimdeki ekmeği ve hikayesini öğrenen Şeyda da hemen soluğu o yardımsever kızın
yanında almış, ama ona vermemiş gözlemeci kız ekmeğini. Somurtarak geldi Şeyda,
ekmeğimi paylaşacaktım ama o bunu anlattığında ben son lokmamı yutmak üzereydim.