26 Aralık 2013 Perşembe


NE İSTEDİĞİNİ BİLMEK


Ne istediğini bilmek önemlidir. Hayattan ne istediğini bilmek, hayatın neresinde nasıl var olacağını bilmek önemlidir.  Nereye gideceğini bilmeyen gemiye hiçbir rüzgar yardım edemez demiş Moliere. Rotasını çizemeyen gemiye rüzgar ne yapsın? Şansım yok, tüm talihsizliklerde beni buluyor deyip işin kolayına da kaçma. Sen nereye gitmek istediğini bilmiyorsan, yolunun ne olduğunu göremiyorsan, yolunda yarenlik edecek kişinin kim olacağına karar veremiyorsan, şansın üzerinden akacak hale gelse bile kaç yazar?

An’ın ne kadar kıymetli olduğundan bahsettik hep. Geçmişin pişmanlıklarına takılmadan geleceğin kaygılarını yaşamadan an’dan bahsettik. Ki doğrudur, kıymetli olan şimdidir, şu andır. Ve işte tam da burada kavram kargaşasına düşmemek gerek. Aslolan anı yaşamak ve anın hakkını vermektir ve bunu yaparken de her an ne olduğunun farkına varmaktır. Geçmiş yaşam deneyimlerinin, an’larda alınan kararlarda göz önünde olması faydalıdır.  Zira Kızılderililerin dediği gibi “aynı derede iki kere yıkanmanın” ne bedenine ne de ruhuna faydası olur.  

Yaşam amacına bağlı olarak yaşadığın deneyimlerdir aslında seni yolunda tutan. Dolayısıyla senin en kıymetli hazinen ne işin ne evin araban ne de paran pulundur, senin en kıymetli hazinen çoğu kez görmezden geldiğin, anlamaktan kaçındığın deneyimlerindir. O deneyimler o kadar kıymetlidir ki, sana ne anlattıklarını duyabilirsen, ne göstermeye çalıştıklarını görebilirsen, bir sonraki adımında aynı ya da benzer deneyimlerle karşılaştığında yok arkadaş ben bu filmi daha önce görmüştüm der ve geçer gidersin. Yoluna devam edersin ki yine bu yaşamda en önemli sorumluluğundur bu. Ne olursa olsun devam etmek, hayata karışmaya devam etmek. Ne olursa olsun yolda olmak…









4 Kasım 2013 Pazartesi



KADIN SÜNNETİ


Birkaç gün önce canım sıkılıp film kanallarını karıştırdığımda yeni başlayacak olan bir film dikkatimi çekti. Hoş Festival Kanalında olduğu için temkinli yaklaştım mevzuya ya okuyunca konusunu ilgimi çekti. Malum sıkı bir film izleyicisi olan ben çok nadir festivallerde gösterilmiş, ödül almış filmleri zevkle seyredebildim. Sanat için yapılan filmleri anlama yeteneğim henüz yeterince gelişmedi zahir.

Filmde, Somali’li bir mankenin Waris Dirie’nin gerçek yaşam öyküsünden bahsediliyordu. Waris’in isminin Somali dilinde ki karşılığı olan “çöl çiçeği” filme adını vermiş. Konu daha çok kadın sünneti üzerine kuruluydu. Kadın sünneti… Kadın sünneti… Merak ettim ve izlemeye başladım. İyi ki izlemişim yeni bilgiler edindim, misal bu vahşetin günümüzde hala bu kadar yaygın uygulandığını bilmiyordum. Her gün yaklaşık 6.000 kız çocuğu sünnet edilmeye devam ediliyor. Ağırlıkla Afrika ülkeleri ve biraz da Asya’daki ülkelerde. Hatta bu ülkelerden göçüpte Amerika Avrupa gibi modern olarak tanımladığımız kıtalarda yaşamlarını sürdüren bazı aileler bile bu geleneği gizli de olsa sürdürüyor.

Waris, üç yaşında iken yaşlı bir kadının paslı jiletiyle, kadın olmak için kadınlığı elinden alınan biri. Her ay adet olduğunda acı içinde kıvranan, iki bacağının arası sürekli acı içinde olan biri… Ülkesinde sünnetsiz kadınlar iffetsiz kabul ediliyor, ailelerinin adını lekeledikleri düşünülüyor ve sünneti olmayan kadınlar toplumda sadece kendilerine fahişe olarak yer bulabiliyor.

Sünnet çok eskilere dayanan bir gelenek Bilinen ilk kadın sünneti mısırlı bir kadın mumyaya ait. Dini kaynaklar sünnetin İbrahim Peygamber ile başladığını söylüyor. Tek Tanrılı dinler içerisinde sünnete en çok yer veren Musevilik. Kur’an da ve İncil’de sünnete dair bir ayet veya buyruk yok. Oysa Mısır başta olmak üzere sünnetin uygulandığı tüm ülkelerde bu işlem din adına yapılıyor.

Sünnet edilen kadının klitorisi alınıyor. Klitoris her sünnette mutlaka alınıyor çünkü kadının haz alması uygun bulunmuyor. Bazı ülkelerdeki sünnetse ise neredeyse tüm vajina kesiliyor, bu kesilme işlemi öyle hastanede steril bir ortamda falan yapılmıyor. Son derece ilkel koşullarda paslı bir jilet ya da kırık cam parçaları ile yapılıyor, ardından hasır iplikle sıkıca dikiliyor. Böylece bekaret de kontrol altına alınmış oluyor. Etkilendiğim karelerden biri, Waris’in tüm kadınların sünnet olmadığını öğrendiğindeki şaşkınlığı idi. O coğrafya’daki kadınlara bunun bir zorunluluk bir gereklilik olduğu öğretiliyor. Tüm namuslu kadınlar sünnet olur! Bu vahşetten sağ çıkan kız çocuk sayısı kanamadan dolayı ölenlerden çok daha az… Kurtulanların bir kısmı da doğumda bebekleri ile birlikte yaşamını yitiriyor.

Baskıyı düşünebiliyor musun, kızıma fahişe demesinler diye, kızımı dışlamasınlar diye, çekilen acıyı bile bile, ölüm riskini bile bile yine bir kadın olan anneler götürüyor kızlarını kör bıçağa. Erkeklerin hakim olduğu bir dünyada erkeklerin istediği şeyi kadınlar sessizce kendi aralarında hallediyorlar.

İnsan neyi neden yaptığını düşündüğü zaman önce kendisi sonrada “Bütün” için kocaman bir adım atacaktır mutlaka. Sadece düşünmek bile o kadar büyük bir farkındalık sağlar ki… Sırf zevk almasın diye, sırf kızlık zarı kontrol altında tutulsun diye, sırf kadın sadece doğuran bir varlık olsun diye yapılan bu işlem binlerce yıldır hiç sorgulanmadan yapılıyor. Dinin ardına sığınanlar sadece hadislerden, mesellerden bahsedebiliyor çünkü kutsal kitaplarda buna dair yazılı bir hüküm yok. Ve bu yüzyılda, ve bu yeni çağda, enerji seviyeleri yükselmişken, yepyeni bir döngüye girilmişken ve gezegenimiz tüm varlıkları ile iletişim çağına girmişken hala çölde bir yerlerde küçük kız çocukları çığlık çığlıga kadınlıklarını kaybediyor. Bu güzel çocukların ruhlarının seçimine bi yandan saygı duyar onları şefkatle selamlarken, diğer yandan gözlerimin ıslanmasına engel olamıyorum… Ruhun bedeni deneyimlemesi tam da bu olsa gerek…

Waris yani Çöl Çiçeği, çok büyük zorluklar ile yok lafta demiyorum gerçekten büyük zorluklarla, mesela çölü yürüyerek geçerek, mesela yolda tecavüz riskini bertaraf ederek varabiliyor Başkent Mogadişu’ya. Ayakları kan içinde kalan on üç yaşındaki küçük kızı izlediğimde boğazıma oturdu bi şey. Tüm acılarına rağmen bu nasıl bir yaşam dürtüsüdür ki, bir adım hadi bir adım daha diye diye yürütür insanı?

O kuçük kızların çoğu Waris kadar şanslı değil. İşte bu yüzden neyi neden yaptığını düşünmeli insan, sadece düşünmek bile, bir an durup kendine soru sormak bile dünyamızı nasılda şifalandırır… Yaşamını, alışkanlıklarını düşündüğünde sen de bu soruyu hiç soruyor musun kendine? Neden yapıyorum bunu diye, buna gerçekten ihtiyacım var mı diye, bugünkü benim ihtiyaçlarımı karşılıyor mu diye soruyor musun hiç kendine? Her şey ve herkes değişiyorken, değişmeyen tek şey değişimdir diyorken, bi düşünsene sen ne kadar değişiyorsun? Kalıplarını alışkanlıklarını gözden geçirmek için hiç zaman ayırdın mı kendine? Neden bazı geleneklerimiz, ritüellerimiz, alışkanlıklarımız, kalıplarımız hiç değişmez düşündün mü?


 

19 Temmuz 2013 Cuma


ADİL OLMAK ÜZERİNE


İyi ve doğru insan olmak adına bir çok kararlar alırız yaşam boyunca. Daha çok seveceğim, daha az öfkeleneceğim, kin tutmayı bırakacak affetmeyi öğreneceğim, doğayı koruyacağım, her tercihe saygı duyacağım, az konuşacak çok dinleyeceğim vs. vs… Ya adil olmak? Adaletin olmadığı, adil olunmadığı bir yerde iyi ve doğru insan olmaktan ne kadar bahsedebiliriz?

Adalet kavramı neredeyse insanlıkla yaşıt. Her dönemde bunun önemine vurgu yapılmış. Çünkü tarih boyunca da görülmüş ki adaletin olmadığı yerde huzur da olmuyor, sevgi de, saygı da… ve elbette güvende… hepimizin en zayıf noktası, güvende olduğumuzu hissedememek… Güvende olmadığımızı anladığımız an hırçınlaşıyoruz, korkuyoruz. Çoğumuz güvende hissetmek adına para kazanıyor, seviyor ilişkiler kuruyoruz. Güvenin en çok beslendiği yerde adalet. Adaletin tam ve doğru işlediğini bilen bir toplumun bireyleri bu yüzden daha huzurlu ve daha az suça meyilli oluyor. Pascal belki de bu yüzden “adaletin kuvvetli, kuvvetlilerin de adaletli olmaları gerekir” dedi.

Adalet öyle bir kavram ki tarafı yok, azı yok, çoğu yok, yandaşı yok, korkusu yok, sınırı yok, benim adaletim yok. Adalet adalettir ve evrenseldir. Kişiye, zamana, yere göre değişmez. Benim hakkımda adil düşün ama senin hakkının ne olduğuna ben karar vereceğim tavrı bizi ne kadar ileriye götürebilir? Bizleri ne kadar iyi ve doğru insan yapabilir? Bence insan olabilmenin en temel taşı adil olabilmek. Ama demeden, bahane üretmeden doğruyu, dosdoğru görebilmek ve gösterebilmek önemli olan. Korkmadan, acının kinin esiri olmadan, olanı olduğu gibi görebilmek ve anlatabilmek…

Hak yiyerek, birilerinin hakkını gasp ederek belki bugününü kurtaranlar olabilir, peki ya yarın ya yarınlar? Belki çok paralar kazanırlar, hatta zengin bile olurlar. Ya da ben bi şey yapmadım ki diye özgürce dolaşırlar. Herkesi kandırabilir kendilerine göre ikna bile edebilirler. Peki ya adaletten yoksun kişiler, kendilerini de kandırabilecekler mi? Rüyalarında bile o insanlar gelip, bunu bana neden yaptın, demeyecekler mi? Herkese gülücükler dağıtan o yalancı dudaklar kendileriyle kaldıklarında neler söyleyecek kim bilir?

Adil olabilmektir aslolan. Her şeye ve herkese rağmen adil olabilmektir. Bir gün herkese gerekli olabilecek bir erdemdir adalet. Ve o gün geldiğinde kişi kendini gerçekten güvende hissedebilmelidir. 

Ve adalet üzerine birkaç güzel söz…

Adalet, evrenin ruhudur. ÖMER HAYYAM

Adaleti seven bir insan için her yer emindir. EPIKTETOS

Adaletin gecikmesi adaletsizliktir. W. S. LANDOR

Adaletin olmadığı yerde ahlaktan bahsedilemez. MONTAIGNE

Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir. EFLATUN

Devletin hazinesi adalettir. KONFUÇYUS

İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır. VICTOR HUGO

Zayıf, daima adalet ve eşitlik ister, halbuki bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir. ARISTOTELES

28 Haziran 2013 Cuma


HAYAT GÜZELDİR


Hayat güzeldir. Hayat daima güzeldir, sevdiğinden ayrılsan da, toprağa versen de canının parçasını, iflas edip beş parasız kalsan da, iftiraya uğrayıp haksızlıkların içinde boğulup kalsan da hayat güzeldir. Her ne olursa olsun hayat güzeldir. Hayat güzeldir çünkü nefes almak güzeldir.

Bazen öyle bir şey gelir ki başına, yaşını almışlar “aman evlerden ırak” derken sen “bu nasıl bana oldu” derken bile hayat güzeldir.  Öylesi anlar çoğu kişide vardır muhakkak, bu dünyadan göçmek istediği, kaçıp gitmek istediği, yaşamın çok anlamsız geldiği, ya da en fenası öleyim de bitsin bu dediği anlar, günler, aylar ve hatta yıllar elbette vardır. Ama geçer çünkü hayat güzeldir, nefes almak güzeldir.

Bir şiirdir hayat mısralarını kendin yazacağın, bir resimdir hayat renklerini kendin bulacağın. Gri yapmak da senin elinde gökkuşağı yapmak da… Fırça sende çünkü bu yaşamının patronusun sen… Bu senin hikayen, senaristi de sensin, başrol oyuncusu da, yönetmeni de. Hikayeni nerde nasıl yazmak istersen yazarsın, özgürsün çünkü sen hayatının gerçek efendisisin.




 Hayat güzeldir. Nefes aldığın her an yaşamını kutsadığın andır aslında. Düşersin kalkmayı öğrenirsin, ağlarsın gözyaşını silmen gereken anı fark edersin, kaybedersin var olanların kıymetini anlarsın, öfkelenirsin affetmenin büyüklüğünü görürsün, gülersin öyle bir gülersin ki gözlerin ıslanıncaya dek. Hayat, başlangıcı doğumunla, bitişi gidişinle olan bir okul gibi, öğretir de öğretir sana, durmadan sıkılmadan yorulmadan öğretir, işi bu ne yapsın hep öğretecek. Sen bu okuldan ne aldığına, ne öğrendiğine bak, geçer notun kaç sence? Gidiyorken buradan kaçla mezun olmak istersin?

Hayat güzeldir çünkü nefes almak güzeldir. Bir nefes kadar varsın aslına bakarsan, kusuruma bakma lütfen niyetim asla küçümsemek değil ne seni ne de yaşamını. Elbet her yaşam kendine özeldir ve her acı kişinin özel ve öncelikli duygusudur. Ama lütfen bir düşün, bir nefeslik değil miyiz her birimiz? Bir nefes kadar varsın, bir nefes kadar yakınsın bana ya da bir nefes kadar uzak…

Koskoca okyanustan bir damla alsam atsam oraya buraya okyanus okyanusluğundan bir şey kaybeder mi? Ve sen koskocaman bir okyanusken, olan herhangi bir şey senin sonsuz mavini eksiltir mi? O küçük bir damlanın ardından ağlarken ve diğer tüm okyanusu görmezken bir kez daha düşün, bütünlemeye kalıyor olmayasın?

Hayat her daim güzeldir üstelik, öyle sana kıyağını geçerken iyi de, zorladığında  çekilmez değildir. Akan ırmakta küçük bir dal parçası gibi, bir başka çalıya takılırsan eğer sen kalırsın orada hayat değil. Hayat o ırmak gibi tertemiz akıp gitmeye devam eder, o çalıda kalıp kalmamak senin tercihin ırmağın değil.

Hayat güzeldir, yavuklusu zaman ile birlikte hafifletir yükleri, unutturur acıları…Devam eder, tıpkı berrak ırmak gibi, en güzel yanı budur belki de…ne olursa olsun hayat devam eder, öğretilecek dersler, verilecek karneler vardır, beklemez devam eder hayat… Seninle ya da sensiz devam eder yoluna…

 Her ne olursa olsun hayat güzeldir, nefes almak güzeldir…

4 Haziran 2013 Salı

 

Bazen korkarsın...


Bir anda  bir kapı açılır bazen
Görünüşü süslüdür hoş şeyler vaad eder sesi
Küçük bir adım atmak istersin
Küçücüktür adımın ha bi gayret dersin kendine
Heyecanlanırsın
Eşikten geçip sesin ardındakini görmek için sabırsızlanırsın
Kalbin atarken deli deli
Durursun, ansızın durursun
Farkında bile değilsindir belki ama durursun
Korkudur yüreğini bedenini saran
O kapıdan daha önce geçtiğini hatırlarsın
O süslü kapıyı ve hoş şeyler vaad eden sesi hatırlarsın
Vaadin çıkmaz sokağa döndüğü zamanı hatırlarsın
Ve geri çekilirsin aynı derede iki kez yıkanmaz diyerek...
Oysa,
Yaşam yolculuğu bir deneyimler bütünü ise eğer, seçimlerinin sonuçlarını anlamakla yükümlüysen,  hata dediğin şeyleri tekrarlamamak ise aslolan, sonuca yeniden bakıp yeniden anlamaya çalışmak ve yeni kapıya farklı bir gözle bakabilmenin gayretine girmek gerekmez mi? Yeni açılan kapının eskisi gibi olacağını nereden biliyorsun ki duruyorsun? Almışsan dersini, yeni deneyimin için kendine bir şans veremez misin? Her kapı hep aynı şeyi anlatmaz biliyorsun, her bir yeni kapı yepyeni deneyimlerin girişidir. Korkup kendine bir şans vermemek niye? Yaşam yolculuğun, daha cesur olmanı hak etmiyor mu? Yaşamda yol almanı engelleyen tek unsur sensin. Kendini kısıtlamadan, kendine engeller koymadan geleni kabul edebilsen ve kendini yeniden yeniden yaratabilsen ve keşfedebilsen sonra da keyifle yolculuğunu izleyebilsen hoş olmaz mı?

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Şarabın Tarihi
                                                                                              2006 da yazdıklarımdan biri...
Keyifsizlik, can sıkıntısı diz boyu…Önce konuşabileceğim arkadaş dost geçiyor aklımdan, dinliyorum kendimi yok bu öylesi bir durum değil, bugün can yalnız kalmak istiyor, anlıyor ve evime doğru çeviriyorum yönümü. Açlık hissetmiyorum ama şarap çekiyor canım, bu kez istikamet evimin yakınında olan ve hemen her akşam uğradığım market. Askere gitme derdinden muzdarip market çocuğu, rafta duran farklı renkteki ve şekildeki şişeye baktığımı görünce çok güzel bu şarap diyor…Beyaz sevmem, sadece şişenin şekli ilginç geldi diyecek oluyorum, deneyin inanın bana çok güzel diyor…Peki diyorum ve alıyorum. Aç karnına da olmaz ki bu nazlı arkadaş, biraz peynir biraz da vazgeçemediğim meyve ile açıyorum geceyi. Penceremden yansıyan şehrin ışıkları her gece olduğu gibi bir kez daha mestediyor beni…
Dalıyorum o günkü mevzuya, derinliği görüyor ve hemen çıkıyorum yüzeye, yeniden uzanıyor el kadehe bir kez daha…Çok sevdiğim süslü kadehim, geçmişten elimde kalan birkaç küçük ayrıntıdan biri…Geçmişi düşünmeye başladığım an vazgeçiyorum… Kıyamıyorum kendime ve sadece o günkü konuyu deşmeye karar veriyorum. İlk kez yudumladığım şarabı garipsiyorum, tadı tuhaf adlandıramıyorum…Kabahati renkte buluyor devam ediyorum. Sessiz gece olmaz, antremanlıyım biliyorum…Biraz Tanju Baba’nın şarkıları arada Ajda ve Melih Kibar eşlik ediyorlar geceme şarkıları ile…
Zaman geçiyor, geçtikçe boş veriyorum gün içinde yaşanılanlara lakin bu kez ayaklarım karıncalanıyor, buna da aldırmıyor ve devam ediyorum tadını pek sevemediğim şarabı içmeye…Saatler ilerledikçe bacaklarıma doğru çıkıyor karıncalanma hissi…Niye ki…Yalnızım evde, saat gece yarısını çoktan geçmiş, bir an bayıldığımı ya da yerimden kalkamadığımı falan düşünüyorum ve paniğe kapılıyorum…Son zamanların moda hastalığı panikatak dedikleri bu mu acaba? Hemen elim telefona uzanıyor ve çeviriyorum kardeşin numarasını, çalıyor uzun uzun, kimbilir kaçıncı uykusunda çocuk…Vazgeçmiyor ısrarla çaldırıyorum, uykulu bir ses “hayırdır, bir şey mi oldu” diyor endişe ile…Yok diyorum nasılsın, iyiyim de hayırdır diyor yine, o saatte nasılsın diye aramayacağımı bilerek…anlatıyorum hikayeyi, bugün soframda farklı olan tek şey şaraptı diyorum, zehirleniyor olmayayım, saçmalama abla diyor biraz da dalgasını geçerek olsa olsa çok kaçırmışsındır. Hayır diyorum, bilmez miyim kendimi, çok değil içtiğim sadece farklı, tadı da bir tuhaf zaten…O ara aklıma geliyor ve şarabı alıyorum elime telaşla. Her yerini karıştırıyorum ve karınca duası edasıyla yazılmış son kullanma tarihini buluyorum. Olamaz! Tam 6 ay geçmiş yazılı tarih üzerinden! E be asker hazırlığındaki çocuk, çekeceğin var elimden!
Kardeş bozuk şarap içmişim ben diyorum korkuyla ve teşhisi o an koyuyorum hemen “zehirleniyorum!”.

Olası kareler rengarenk geçiyor gözümün önünden. Zehirlenmişim, hiç hazzetmediğim hastane odalarından birindeyim, yok yok midemi yıkayacaklar ya, ameliyathaneye alacaklar herhalde. Ağzımda kocaman hortum midem çalkalanıyor. Aman Tanrım! Hemen gelmelisin diyorum yine korkuyla kardeşe. İyi de şarabın son kullanma tarihi olmaz ki diye itiraz ediyor, hem olsa bile sirke olmuştur başka bir şey değil… Ne rahat adamsın diyorum hemen kalk gel, zehirleniyorum burada…Peki abla diyor keyifsiz ve gelmesinin gereksiz olduğunu anlatan ses tonu ile. Duymazdan geliyorum, öyle ya şu an naz çekecek halim yok, zehirleniyorum zaten… Kardeş gelene kadar boş durmak yok elbette, elimde telefon bu kez aranılan bilinmeyen numaralar servisi, adresimi veriyor ve en yakındaki hastanenin numarasını istiyorum, veriyor karşıdaki. Arıyorum bir kız açıyor telefonu anlatıyorum meramımı bir süre sessiz kalıyor, sizi nöbetçi doktora aktarıyorum diyor. Şarap zehirlenmesi deyince ne diye hemen itiraza geçiliyor anlamıyorum ki?! Bu arada karıncalanma daha bir arttı sanki, yoksa kendi kendimi mi tetikliyorum acaba? Neyse, doktor uykusunun bölünmüş olmasının rahatsızlığı ile açıyor telefonu. Anlatıyorum yine aynı itiraz “ iyi de şarabın son kullanma tarihi olmaz ki”. Olmaz olur mu diyorum işte gözümün önünde, okuyorum tam 6 ay geçmiş üzerinden…Esnedi telefondaki ses bi şey olmaz dedi yeniden…Doktor bir şey olmaz diyor, inansam mı? Yok canım daha neler, kızıyorum bu kez bu ne rahatlık, şikayet mi etsem acaba? Niye kimse ciddiye almıyor zehirlenmemi?? Herkeste bir rehavet, ölüp gitsem kimsenin umurunda değil! Ama istiyorsanız gelin hastaneye dedi doktor bey, yine boşa konuştuğunu düşündüğünü hissettirerek…İstemek değil de doktor bey, gelmeme gerek var mı dedim kızgınlığımı saklamaya çalışarak, bence yok dedi. Peki dedim gelsem ne yapacaksınız, serum verir, bol su içiririz. E peki evde içeyim ben suyumu o halde dedim. Bence de demez mi uykulu doktor bey! Koca sürahi yanı başımda ha babam içiyorum…Midem bulanıyor artık ama içmeye devam, işin ucunda mide yıkatmak var, çitileneceğine bulansın diyorum. 2 dakikalık yol nerede kaldı bu kardeş…İnanmamıştı zaten, gelmiyor mu acaba…Yok canım, o kadar da değil, ablasını yalnız bırakmaz bu acı ve korku dolu gecede…
Kardeş kapıda nihayet… Nasılsın abla diyor. Sürahi nine edasıyla şimdi biraz daha iyiyim diyorum. Pijamasının üstüne çekivermiş paltosunu, nasılda şişmiş gözleri…üzüldüm birden gecenin bilmem kaçında kardeşi uyandırdığım ve üstüne üstlük evime gelmeye mecbur ettiğim için…İyi de zehirleniyorum diğer yandan, kardeşler ne için, elbette bugünler, zehirlenilen geceler için. Önce süzüyor beni, e oldukça iyi görünüyorsun diyor. O iyilikten değil diyorum az önce gözünü açamayan bir doktorla konuştum adam zıplattı sinirlerimi bir anda cin gibi oldum..Ne oldu diyor gülerek, anlatıyorum, bu kez kahkaha atıyor! Ver bakalım şu şişeyi diyor neymiş tarihi. Üzerinde yazılı tarihi görünce aaa gerçekten son kullanma tarihi varmış. Yalan mı söyleyeceğim var işte dedim haklı çıkmanın gururu ile. İyi de şarap zehirlemez ki dedi, anladım artık benden başka herkes şarap uzmanı. Sonra bir yudum aldı ve hayretle yüzüme baktı “sen nasıl içebildin bunu, resmen sirkeleşmiş bu”…Ah o şişenin şekli yok mu, ona aldandım, şişesi güzel olunca içindeki de güzeldir dedim…Dertlenince bir de üstüne Tanju Baba “iç iç iç içelim bu gece” deyince…. içiverdim işte…Güldü uzun uzun…Ben de beraber…
Sonra mı, o gülüşmelerden ve kardeşin alaylarından sonra ne sızı kaldı ne sirke…O geceden çıkardığım ana fikir ise hiçbir şarabın yıllanmak zorunda olmadığı ve her güzel görünen şeye aldanmamak gerektiği idi…Kimi şarap geçen zamanı severken, kiminin hoşuna gitmiyor bu durum…Anlatıyorum eşe dosta başıma geleni, itirazlar yükselince hemen kapıp getiriyorum şişeyi. Aldığım tepki hep aynı, ne güzel ne değişik bir şişe bu, diyor hepsi…Ah o şekli şemali yok mu o şişenin, ona aldandım işte…

24 Nisan 2013 Çarşamba



BÜYÜK AYI VE KÜÇÜK AYI TAKIM YILDIZININ HİKAYESİ

Gökyüzü… Gizemlerle dolu, o gizemli karanlığın neleri barındırdığını çok az bildiğimiz gökyüzü… Gündüz ayrı gece ayrı sihriyle bizlere eşlik eden Gök kubbe, her anımızda bizimle… Farkında olsak da olmasak da bizimle, kaderimizle… Gökte ne varsa yerde de o vardır der astrologlar. Bana çok yakın gelen bir söylemdir…

Ve elbette mitoloji… Gökyüzü baba  toprak ana ile başlayan mitoloji… Ve mitolojik hikayeler, efsaneler… Tanrıların Tanrıçaların ölçüsü çoğu kez kaçan öfkeleri, kendi aralarında savaşları, insan oğlu ve insan kızlarıyla ilişkileri…. Çok zengin bir dünya çookkk…

Gökyüzünün en çok bilinenlerinden biri küçük ve büyük ayı takımyıldızları. Bu ikisinin mitolojik hikayesini de çok severim ve bugün onların hikayesinden bahsetmek istedim. Birkaç farklı versiyonu anlatılır, en bilindik olanı ise Artemis ile başlayandır. Artemis, Baş Tanrı Zeus’un kızıdır ve av Tanrıçasıdır. Aynı zamanda bebeklerin ve doğumlarının koruyucusudur. Apollon’un da ikiz kız kardeşidir.

Artemis, Tanrıçaların rahibesidir, yani evlenmeyecektir, erkeklerle ilişki kurmayacaktır. Kendisine bağlı, kendisiyle birlikte avlanan Nymph’lerle yaşar. Nymphler, Türkçe'ye “peri” olarak geçirilmiştir, ölümsüz değillerdir ancak balımsı özel bir besinle beslendiklerinden hem çok uzun yaşarlar hem de hep genç kalırlar. Onlarında Artemis gibi yeminleri vardır erkeklerden uzak duracaklarına dair. Çok güzeldirler, kim bilir belki de peri gibi güzel lafı o günlerden bugünlere gelmiştir.

Her neyse, biz hikayemize geri dönelim. Artemis’in perilerinden biri, ki o da çok güzel bir kızdır, Arcadia Kralının kızı Callisto’dur. Callisto da avcılığa düşkündür ve erken yaşlarından itibaren Artemis’in perilerine katılmıştır. Hatta Artemis’in yakın arkadaşı olmuştur, Artemis’in gözdelerinden biri olmuştur. Bir gün Zeus Castillo’yu görür ve görür görmez de aşık olur. Hoş, bu Zeus her gördüğü varlığa anında aşık oluyor. Aşık Zeus, yemininden dolayı Castillo’ya gerçek yüzünü göstermez ve Artemis kılığına bürünür. Gelenin Artemis olduğunu sanan Castillo’da hiçbir şeyden şüphelenmez. Hamile olduğunu anladığında anlar durumu ve bu kez de hamileliğini Artemis’ten saklamaya çalışır. Bir oğlan doğurması ile artık Artemis’ten gizleyemez sırrını. Öfkeden deliye dönen Artemis, Castillo’yu tüm yalvarmalarına karşın bir ayıya çevirir. Kendileri av Tanrıçası ya kızdığını da avlanılacak hayvan şekline sokuyor. Büyük bir ayıya dönüşen Castillo ormanda yaşamaya başlıyor… Günler geçiyor ve bu arada doğurduğu oğlu da büyüyor, genç ve yakışıklı bir adam haline geliyor. Bir gün yine avlanmaya çıkan oğul Arkas, ormanda annesi ile yani ayıya dönüşen Castillo ile karşılaşır. Oğlunu tanıyan ve kaçmaya çalışan Castillo’ya oklar yağdıran Arkas tam onu vuracakken, hala ona aşık olan Zeus aniden beliriyor ve Arkas’ın elinden oklarını yayını alıp, her ikisini de gökyüzüne yerleştiriyor. Anneyi simgeleyen daha büyük olan takım yıldızına Büyük Ayı diğerine de küçük ayı takımyıldızları diyoruz bugün.







        
Her iki takımyıldızı da berrak gecelerde çok net görülürler.

Hikayenin tamamlanması ise denizlerin Tanrısı Poseidon ile oluyor. Öfkesi dinmeyen Artemis (bazı yazılarda bu Hera’dır) kardeşi Poseidon’dan Callisto ve oğlu Arkas’ın okyanuslara hiçbir zaman alınmamasını ister, Poseidon kabul eder. İşte bu yüzdendir ki, gecenin ilerleyen saatlerinde büyük ve küçük ayı takımyıldızları yavaş yavaş aşağı doğru kayar ama deniz seviyesine geldiğinde aniden kaybolur.

Şu ana dek anlattıklarım işin efsane hikaye kısmıydı ki itiraf edeyim en çok bunlara bayılıyorum J

Gelelim, takımyıldızlarının daha tarihsel (yazılı), daha bilimsel açıklamasına. Berrak gökyüzünde çıplak gözle çok net görülüyorlar, hatta eski zamanlarda kuzey Yıldızı’nın kolayca bulunmasında faydalanıldığından özellikle denizciler ve askerler tarafından çokça takip edilmiş. Toplam yedi yıldızdan oluşur. Bu haliyle bir cezveye yakınında ki diğer yıldızlarla birlikte ise şekli bir ayıyı andırır. Yakınındaki daha az sayıda yıldızın olduğu ve yine aynı şekli gösteren takım yıldızı da küçük ayı ismiyle anılır.

Büyük ayı ve küçük ayı takım yıldızlarının yazılı varlığı ilk Homeros’un İlyada’sı ile başlıyor. Sonraları Yunandan  Araba, Latinten Mısır'a, Hinte kadar birçok  uygarlıkta incelenmiş…

Şimdi gökyüzüne bakıyorum, ay yuvarlak, pırıl pırıl ve sanki elimi uzatsam yakalayacakmışım kadar yakın… Büyüleyici... Belki de şu an yarın ki tutulmaya hazırlanıyordur kendileri… Yazık ki yıldız göremiyorum, şehirde yaşamanın bedeli gökyüzünü layıkıyla görememek…Bu ışık yansımaları yüzünden UFO gelse göremeyeceğiz neredeyse…

23 Nisan 2013 Salı


LILITH EFSANESİ


Yakın geçmişe kadar ağırlıklı olarak dişil enerjiden beslenen bizler, eril enerjiden de beslenmeyi öğreniyorken, aklıma birden Lilith geldi… İsmi pek bilinmeyen, bilinse de pek hayra yorulmayan, önce güzeller güzeli sonra ifrit olan Lilith…

Çoğumuza yaratılışın, insanlığın doğuşunun Adem ve Havva ile başladığı öğretildi. Adem’in kaburga kemiğinden yaratılan Havva’yı hep bildik ama Adem’in ilk eşi Lilith den pek bahsedilmedi bizlere.


                                                  
                                                   Simgesi olan baykuşla tasviri

Efsaneye göre Tanrı topraktan önce kadın ve erkeği yarattı. Kadının adı Lilith, erkeğinki ise Adem’di. İnsanlığın bu ilk çiftini de mutlu mesut yaşasın diye Cennetine yerleştirdi. Ama bu çift bir türlü mutlu, huzurlu olamıyordu. Adem, ondan kendisine tabi olmasını istiyor, Lilith  kendisinin de topraktan yaratıldığını, eşit olduklarını söyleyerek itiraz ediyordu. Sanıyorum bu anlamda insanlık tarihinin ilk feministi de Lilith oluyordu. Adem kendini, bağışlayan, bereketli gökyüzü; Lilith'i de ürün veren toprağa benzetiyordu. Birlikte yaşayamayacaklarına karar veren Lilith, Tanrının asla söylenilmemesi gereken ismini söyleyerek göğe yükselir. Böylece cennetten ve tüm nimetlerinden vazgeçmiş olur, dışlanmışların arasına katılır. Şeytandan ve cinlerden çocukları olur. Bu arada yalnızlığa dayanamayan Adem, Tanrı’ya yalvararak Lilith’i geri istediğini söyler. Bunun üzerine Tanrı üç meleğini, Lilith’i ikna etmeleri ve geri dönmesini sağlamaları, yoksa her gün yüz çocuğunun öleceğini söylemelerini ister. Lilith bu tehdite rağmen kesinlikle dönmeyeceğini söyler ve olduğu yerde kalır.

Tehdit gerçeğe döner Lilith çocuklarını kaybetmeye başlar. Çocuklarını kaybeden Lilith bu acıyla, o andan itibaren tüm hamile ve yeni doğum yapmış kadınların ve bebeklerin baş düşmanı olacağına yemin eder. Erkek çocukların ilk sekiz gün, kız çocukların ise ilk yirmi gün içinde canlarını alacaktır. Lilith artık tamamen kötülerin tarafına geçmiştir.

Bunun üzerine Tanrı Adem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yani ikinci eşini yaratır. Havva erkeğinin bir parçasından yaratıldığından Adem’e tabi olur, yaptıklarına söylediklerine karşı çıkmaz.
İnanışa göre, dişi bir şeytan bir ifrit haline dönüşen Lilith, hava karardıktan sonra yeni doğum yapmış kadınların evlerine girerek bebeklerini boğarmış. Birçok kültürde, loğusa kadınların yalnız bırakılmaması, albastı ya da karabasana, ki bunlarda Lilith’in başka halleridir,  karşı önlem olarak yastıklarının altında bıçak makas bulundurmaları, kendilerine ve bebeklerine tılsımlar muskalar takılması bu inançtan günümüze kalan alışkanlıklardır.

Aslında Lilith efsanesi Tek Tanrılı dinlerden çok önceye, Mezopatamya uygarlıklarına dayanıyor. Sümer ve Babil mitolojilerinde rüzgar Tanrıçası ile ifade ediliyor. Sonra Yahudilerin, Tevrat’ın önce sözlü olan sonra yazıya dökülen ikinci bölümü olan Talmud’da geçiyor, Kabala’da da ondan bahsedilir ki aslında Dünya’nın Lilith ile tanışması da Kabalacı araştırmacılar sayesinde olur. Lilith’in tarihteki rolü, uzunca bir süre, erkekleri baştan çıkaran, kadın ve çocukları hedef alan dişi bir şeytan olarak belirlenmiştir.

Lilith çok güzel bir kadındır, Uzun kızıl saçları, hatta çoğu metinde “gül rengi saçlı” olarak geçer, mükemmel bir teni ve kusursuz dudakları ile badem gözlü harikulade güzellikte bir kadındır. Bu güzelliği ile erkekleri baştan çıkarır ve tohumlarına sahip olur çocuklarını doğurur. Bu nedenle tarihteki bir diğer adı da “tohum hırsızı”dır.


                                      Dante Gabriel Rossetti'nin Lady Lilith tablosu


Lilith’e atfedilen bir başka şey ise, kadınların kafasına girerek onlara “erkeklerle eşit oldukları” nı hatırlatmasıdır. Hatta ilk günahın sorumlusu da Lilith’dir. Havva’yı kandıran ve yasak meyveyi yemesini söyleyen yılan kılığındaki Lilith’ten başkası değildir.

Aslına bakarsanız Lilith hep vardı ve ondan hep korkuldu. Ortaçağ’da, başlayan, sonraları toplumsal bir histeriye dönüşen cadı ve büyücü avında, kızıl saçlı kadınların cadı oldukları gerekçesi ile yakılmaları bir tesadüf müdür?  Ya da kadın şeytandır benzetmesi?

Cadı, şeytan, ifrit olan Lilith ancak 19.yy civarında resimde edebiyatta daha sevimli formlarda yer bulabildi. Bu yaklaşımlardan sonra da, ondan  korkan, tılsımlarla kendilerini koruyan kadınlar, eşit haklar ve özgürlük savaşlarında Lilith’i kendilerine figür olarak seçtiler.

Lilith… Özgürlük savaşçısı ve eşitlik savunucusu mu yoksa dişi bir şeytan mı?

GİTME Bİ YERE Tanıştığımızda yazın ilk ayıydı. Küçük bir odada kalorifer peteğinin önünde masmavi bakıyordun bana.         ...