Bazı zamanları melodileri ile hatırlarım… Baharın kendini hissettirdiği, güneşin sıcacık gülümsemesi ile ısındığım şu günlerde çoğu kez mırıldanırken yakalıyorum kendimi. İşin tuhafı önce müzik sonra kişi ya da olay geliyor aklıma, önce kulak sonra göz devreye giriyor anlayacağın. Gülümsetiyor tüm gelenler, ben gülümsüyorum, güneş gülümsüyor, gelenler mırıl mırıl şarkılarını söylüyor.
Tanju Okan, Nesrin Sipahi, Zeki Müren ile paylaştığım
akşamlar geliyor sık sık. Daha evvelinden de bilirdim bu ses üstadı kişileri
amma hiç o kadar çok üst üste dinlememiştim sanırım. Geceler olurdu birçok kez,
buz gibi rakı birkaç meze ve fonda Zeki Müren insanın içine işleyen o sesiyle
eşlik ederdi. Yorulduğunda yerini Nesrin’e bırakırdı… Tanju Baba mutlaka bir
iki kez uğrardı. Geceye doğru Secret Garden
veya Amelia girerdi devreye, o güzelim müzikler kısık sesiyle okşarken geceyi
uykuya dalardım. Ne uzun zamanlardı, ne güzel zamanlardı. Hiç bitmesini istemediğim,
doymadığım zamanlardı. Secret Garden’ı ilk o zaman tanımıştım, hatta Celtic
Muzic denilen tarz ile de o zaman tanışmış ve çok sevmiştim. Şarkılardan fal
tuttuğum, her bir kelimesini özenle dinlediğim beynime işlediğim şarkıların
hükmü sürüyordu. O zamanlara dair hatırladığım daha çok geceler, sanki o
zamanlarda gündüz yoktu, Ay güneşi tüm beyazlığı ve gizemiyle örtmüştü sanki…
Gündüz diyorum bekliyorum, yok duyduğum sadece sessizlik oysa gece dediğimde
herkes geliyor birer birer… Yaşamımın o bölümüne gelene kadar geceyle aram
nasıldı? İyiydi, hep iyiydim gece ile galiba, ben hep önce gece dedim, önce ay
dedim. Belki de her dolunayda büyülenmişçesine dakikalarca Ay’ı seyretmem taa o
zamanlardan, o gece sevdasından başlıyordur.
O dönem kapanıp da şarkılar bana yadigar kaldığında, bu kez
yoldaşlarım Animals, Beatles ve 60-70 lerin birçok Avrupalı Amerikalı grubu
oldu. Yine birçoğunu evvelinden dinlemiştim ama Animals’ı hiç duymamıştım
mesela ve kendine hayvanlar diyen bu muhteşem gençleri çok sevmiştim. O zamanlar ki içkimiz şaraptı daha çok, en
kırmızısından en kalitelisinden. Yemek olmazdı çoğu kez belki pizza belki
makarna. Hala çok severim şarap makarna ikilisini bilmem bu da o günlerden mi
kaldı bana…
Eski ve çoğu İngilizce Fransızca olan şarkıların dinlendiği
zamanlar mesela Elton John’un sacrifice na aşık olduğum anı hatırlıyorum şimdi.
Eskiden duyduğum dinlediğim bu şarkı hiç o zamanlardaki kadar işlememişti
iliklerime. İngilizcem çok iyi değildir hele bir İngiliz konuşuyorsa o İngilizceyi
hepten anlamaz oluyorum. Dolayısıyla şarkının tam olarak neyi anlattığı
bilmiyordum. Bir gün gözlerim nemlendiğinde nedir beni bu kadar etkileyen dedim
çevirisine baktım… Anladım… O an anladım neden bu kadar her hücreme işlediğini.
Aynı durum yıllar sonra Joe Dassin’in “Salut” sü için geçerli oldu. Her Salut yü
dinlediğimde bilmediğim diyarlara gidiyorum bilmediğim adamlarla kadınlarla
bilmediğim denizlerde yüzüyorum… Sonra onun da çevirisine baktım, malum Fransızcam
hiç yok, anladım… bu şarkının da neden bilmediğim denizlerde yüzdürdüğünü
anladım…
Sonra bir sessizlik dönemi oldu. Uzun süren sessizlik,
kulaklarımı sağır eden sessizlik. Ara ara özellikle Pazar kahvaltılarıma eşlik
eden Mozart vardı Bach vardı sadece… Memnundum onlardan soframa yansıyan melodilere,
yıllardır dostum olan bu adamlara da, o sessizliğe o sakinliğe de ihtiyacım
vardı sanırım. Ve birden bire hiç beklemediğim bir anda Funda Arar ile Kıraç
ile tanıştım, şarkılarına şarkı sözlerine bayıldım onlara Candan Erçetin eşlik
etti, Sezen Aksu katıldı yaz geçer diyerek… Rakı roka balıklı, neşeli, bol gülmeli,
eğlenmeli zamanlardı, uzun seyahatlerin yol şarkılarıydı. Güneşli günlerin,
gündüzlerin, buz gibi biraların daha keyifli olduğu vakitlerdi. Nihayet
gündüzün de keyfine
varabildiğim günlerdi. Cecilia Bartoli ile ilk o günlerde tanıştım mesela ve
performansı sırasında şekilden şekle giren yüzüne, deli çılgın haline bayıldım.
Eğlendik onunla ve daha bir çoğuyla… derken… Gün geldi Maria Callas
çığlık çığlığa Addio del Passato derken odalarda var olan hüzündü. Atatürk’ün
dinlediğinde gözyaşlarını tutamadığı, E Lucevan de Stelle özlem
yüklüydü, gözyaşından yağmurdu… Sangria nın damağımda bıraktığı o yumuşak ve tatlı
lezzetti elimdeki. Artık zaman günden geceye dönmüş ve günden
gelenler geceye karışmıştı.
Onca notadan melodiden, sözden sonra artık doğum zamanı -çokça
beklenmişti doğmak doğurmak için- yeni
şarkıların yeni hikayeler anlatacağı zamanlar gelmişti. Nihayet gelmişti... Her
doğum gibi sancılıydı, acıttı çoğu kez. Ve nihayetinde doğurdum kendimi yeniden,
yeniden inşa etmek üzere. Doğumla beraber müziklerin rengi değişti, ruhu
değişti, şehirler değişti, yollar değişti, evler, insanlar değişti, dünya idi
değişen aslına bakarsan… Bir tek duyguların
renginin değişmemesine şaşırmıştım, sonra anladım ki duygunun adı aynı ama hissettirdikleri
başka. Duygular aynı olsa da yeni olan, o duygulara verilen yeni anlamlar. Anladım
ki dünyamla beraber aslında onlar da bir değişimden geçmiş, geçiyor hala.
Sahi, hiç düşündün mü on yıl önceki duyguların ile bugünküler
karşısında tepkin aynı mı? Neler değişiyor sende, zamanla hangi taraflarını
keşfettin, hangilerinden vazgeçtin, senin kulağında hangi şarkılar çalınırdı,
şimdi kimleri konuk ediyorsun?
Şu sıralar Özdemir Erdoğan misafirim, baharla beraberiz ya,
baharda kuşlar gibi diye başlıyor, arada tozlu raftan dirty dancing i
çıkarıyorum dans ediyoruz Patrick ile, keyifteyim anlayacağın J